Lavinya Dergisi

KEŞKE
Sıla Nisa ÜNAL

En derin arzumuzdur aslında yalnızlık.

Sevdiğimiz bir insanı kaybetmek bize çok korkutucu geliyor değil mi? Onu kaybettikten sonra üzüntünün yanı sıra birçok pişmanlık da duyuyoruz. Mesela onunla keşke daha çok vakit geçirseydim, son anlarında yanında olsaydım, onu üzmeseydim, kırmasaydım, o gün o kavgayı etmeseydik gibi keşkelerle dolu bir düzine laf sayıyoruz. Ama bunları sadece kaybettiğimiz için söylüyoruz. Bazen o kadar çok ölümün varlığını unutuyoruz ki hayatımızı ona göre yaşıyoruz. Öldüğü vakit kırdığımız için üzüldüğümüz insanları ölmese kırmaktan korkmuyoruz. Her gün yarınımızın olacağını bilmeden yarın için hatta bir hafta, bir ay için planlar yapıyoruz. Çünkü bir sonraki günümüzün varlığına inanıyoruz bir saniyemizin bile garantisi olmadan. Mesela sevdiğimiz insanları üzüyoruz, kırıyoruz, aslında çözümü olan mevzuları karşımızdakini ve kendimizi yıpratarak mahvediyoruz. Sevdiğimiz insanları geçiştiriyoruz mesela. Konuşmak istediklerinde veya vakit geçirmek istediklerinde onları erteliyoruz. Ama sonra araya ölüm girince pişman oluyoruz. Neden bu kadar özgüvenli yaşıyoruz hayatı. Sözler veriyoruz sonraki zamanlar için, varlığını bilmediğimiz zamanlar için. En çok da kendimizi üzüyor, kırıyor ve sözler veriyoruz. Geri dönüşü olan, çözümü bulunan ufak ve değersiz meseleler yüzünden kendimizi harap ediyoruz. Gözyaşı döküyoruz, kimi zaman kendimize kızıyoruz. Hatta o kadar ileri gidiyoruz ki sağlıklı olmanın en değerli şey olduğunu unutarak saçma sapan değersiz bir şey için aç kalıyor, çok üzülüyor ve hayattan ümidimizi kesiyoruz. Çoğu zaman da ölmek istiyoruz. Ta ki ölümle burun buruna gelene dek. Hayatımız boyunca birçok pişmanlığımız oluyor. Keşkelerimiz oluyor ama bunların olmaması biraz da bizim elimizde değil midir? Mesela en basiti hepimiz hayata yalnızca bir kere geliyoruz. Her şeyi ilk defa bir kez yaşıyoruz. Bir kez bebek, bir kez çocuk, bir kez genç oluyoruz. Her yaş hayallerimiz, arzularımız oluyor ve belki çoğunu gerçekleştiriyoruz ya da gerçekleştiremiyoruz. Gerçekleştiremediklerimiz için de yalnızca pişmanlık duyuyoruz. Mesela en basiti okul çağında çalışırsak yüksek alabileceğimiz bir sınav için o kadar çok kaygılanıyor, o kadar çok strese giriyoruz ki hayatımızda olan güzellikleri kaçırıyoruz. Aynı şekilde işimizle o kadar meşgul oluyoruz ki hem kendimize hem de bize değer veren insanlara ayıracak vakit bile bulamıyoruz. Ama biz bu hayatı bir kere yaşayacağız ve onu dolu dolu yaşamak, istediklerimizi yapmak varken neden kendimizi birçok şeyden mahrum ediyoruz ki? Ya da neden yaşamanın değerini anlamıyoruz. Her yeni günün bizim için, ailemizle, arkadaşlarımızla, kendimizle, zevk alığımız şeylerle geçirebileceğimiz bir fırsat olduğunu anlamıyoruz? Neden illaki bir şeyi kaybetmeden onun ne kadar değerli olduğunu fark etmiyoruz. Mesela yürümek, koşmak bile bazen bize o kadar zor geliyor ki ama yürüyemeyen biri için bunlar ne kadar değerli asla düşünmüyoruz. Kafamızı bir kere gökyüzüne kaldırıp bakmıyoruz. Oradaki güzellikleri ısrarla fark etmiyoruz. Hiçbir şeyin ailemizin, arkadaşlarımızın, vücudumuzun, aklımızın, zamanımızın en çok da kendimizin değerini bilmiyoruz. Ve tüm bunları kaybedince derin bir pişmanlık duyuyoruz. Fakat ne fayda artık giden gidiyor ve bize yalnızca keşkeler kalıyor.