Lavinya Dergisi

BEKLEME'K
Mehmet KEKEÇ

Tutsak kaldı dudaklarının arasında, Yüreğinin esaretinden kurtulamayan Seni Seviyorumlar.

"Kalk yerine yat" emrinin uykuma balta olduğunu anlatamadım anneme. Biraz babam olmanın çekiciliğiydi belki öylece uzanmak. Nesini anlamıyordu ki! Geceyi bekleyen baykuşun aksi gibiydi benim uykum. Gözlerim kapalı, zihhim ardına kadar açık. Uykudan ziyade görmeyi arzuladığım rüyaların, içimde olgunlaşan histeriye duvar olması, belki göğsümü ele geçiren yangına müdahale tadında tazyikli bir köpük, iç sesimi azaltan işe yaramaz bir susturucuya dönüşmesiydi en fazla. Başka ne olabilirdi? Yüzünü cama dayayan annemin yüzüme bakmadan ağzına pelesenk cümlesiydi; "kalk yerine yat". Önemli olan nerede yattığım mıydı? Uyumam mıydı, anlatamadım. Hem annem de hiç anlayacak hâlde değildi. Her anne kadar hakkıydı,  evladına "kalk yerine yat" demek. 
Yolun karşısında, uzun metrajlı bir sanat filminin sepya ışık altında, karşılaşma ânı çekimlerini anımsatan -hiç bitmeyen ve hep devam eden- uzadıkça uzayan umutlu bir bekleyiş sahnesinin başrolünü oynuyordu annem. Sokak lambasının ölgün parlaklığı altında gecenin içinden çıkıp gelen adamların kimine babamın karnabaharı anımsatan kıvırcık saçlarını, kimine yuvarlak ve çökük yüzünü, kimine uzaktan iki küçük çukuru andıran gözlerini giydirir; geniş omuzlarını takar kimine, yürürken ileri geri sallanan uzun kollarını, hakim olamadığı bacaklarını geçirir ve öylece izlerdi annem. Tepkisiz ve duygusuzdu. Silüetler babam olurdu annemin kısık gözlerinde. Tepkisini ise daha çok gözünü kırparak gösterirdi. Zaman, tepkilerini azaltarak almıştı annemden. İşten güçten artakalan zamanlarda sokağı okurdu zavallıcığım. Her çocuğun büyüdükçe açılan yarasıydı mutsuz annesi. Benim annem kendi söküğünü dikerken elindeki kazaktan da olmuş yitik kurbanı acılı bi kadındı. Gündüzleri gelme ihtimalini düşünmüyor gibiydi babamın. Hiç bakmazdı camdan. Gelmek hep gecenin işiymiş gibiydi ona göre. Artık gelme ihtimali olmayan babamı beklerken, umudun ha koptu ha kopacak ince dalına tutunmuş, kendini unutmuş biçare bir kütleydi uzay - zaman boşluğunda.
Bense kırlentin pürüzlü yüzeyine sinen babamın kokusunu ayrıştırmaya çalışırken uyukluyordum çoğu zaman. Kimi zaman kokuları, kimi zaman düşüncelerimi ayrıştırırken birbirinden,  gerçeklik ile düşler değişken aralıklarla deviniyordu beynimde. Zihninden atmaya çalıştığım her sahne bir bumerang gibi dönüp dolaşıp yine buluyordu beni. Ne kadar çok istesem de elime geçmeyen bir kaç dakikalık uykuyu, kanepenin plansız ve hazırlıksızlığına terk etmiştim. Annemin, babamın gelişini beklemesi kadar hakkımdı kanepede yakalamaya çalıştığım kayıp uyku. Annemin sanrılarına şahitlik etmek içimi liğmelerken, kaybolan çocukluğumu seyretmenin ezici üstünlüğüne dirençsiz kalıyordum.
Yaklaşık üç yıl sekiz ay dört ya da beş gün önce, babamın anneme son kez mukavemet gösterdiğinden habersiz, annemin olmasa da olur eksikleri babama sıraladığı, benim karnımı ağzımdan çok kulaklarıma dolan ihtiyatsiz cümlelerle doyurduğum, ablamın evde olsa çoktan çığlığı basıp tartışmayı küllendirebileceğini düşündüğüm ama ablamın da kendini üniversitede sıradan bir bölüme kapak atarak bu kendinden çıralı tartışmaların içinden sıyrılarak, her şeyin sıradanlık raylarından çıkarak hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı o akşam yemeğinden sonraydı babamı son kez görüşüm. Görüşümüz. Sonografik bir işlemle parçalanan zararlı bir böbrek taşı gibi, çocukluğumu parçalayan acılı bir işlemdi annemle babamın mütemadiyen evin içinde yükselen şiddetli sesleri. Ceketini alıp çıkmak deyiminin hafızama görsel olarak kazındığı o sahne ile gitmenin ve kalmanın terazinin kefelerine konulduğunda -kaldığım için midir bilmem- kalmanın on hokka ağır bastığını söylemek gerekti terazi başındaki kişiye.
Babamla yediğim son akşam yemeğinin tablosuydu zihnime kazınan bu sahneler. Cehenneme kadar babamın yolunu açandı, annem. Şimdilerde beni yokluğun terbiyesinde ateşler içinde eritip eritip her sabah yeniden doğuruyordu annem. Bazı zamanlar ise onu uyandıran, başında bekleyen, çocuk gibi besleyen ben oluyordum. Zaman gözyaşlarını içine hapsetmiş bulutlar gibi kuraklığın ağırlığı ile geçip gidiyordu.
O akşam annem pencere önü kedisi gibi yine yerini almış sokağı seyrediyordu.
Annemin içinden geçen düşünceleri, camın buğusuna yazı oldu döküldü.
— Kimse yok.
Bir an, o cümlenin gecenin içine düşüşünü ve camın buğusundan silinişini izledim. Sokak lambasının cılız ışığı titredi. Annem, yeniden pencereye yaklaşıp elinin tersiyle buğuyu sildi. Sokakta birini görme umuduyla başını çevirdi, ama hemen geri çekildi. Bir şeyden korkuyor gibiydi. Belki de gördüğünü sandığı silüetin bir hayal olduğunu fark etmişti.
Ben kanepeden kalkmadan önce nefesimi tuttum. Bedenim ağırlaşmış, içimde uykunun çekiştirdiği bir boşluk kalmıştı. Annemden ne kadar uzaklaşırsam uzaklaşayım, onun bekleyişine hep ortak olacağımı biliyordum.
— Anne, dedim. Sesim çatallıydı. Anne...
Gözleri camda kaldı, ama kafasını hafifçe çevirdi bana. Ne diyeceğimi bilmiyordum. Uyku ile uyanıklık arasındaki boşluğun içinde, hiçbir cümlenin tam anlamıyla işe yaramayacağını hissederek;
— Babam...
Daha fazla konuşamadım. Annemin ifadesi değişmedi. Ne yalanlardı, ne de doğrulardı. Elini pencerenin kenarına dayayıp tekrar sokağı taradı. Sesi, önce çatladı, sonra daha sert bir tona büründü:
— Gitti, dedim sana. Artık gelmeyecek.
Bu kez gözlerini bana çevirdi. O an, annemin bana değil, kendisine konuştuğunu fark ettim. Sesindeki ağırlık, öfkesinden çok yenilgisine aitti.
---
Gece ilerledikçe, zihnimde babamın ayak sesleri yankılanıyordu. Anıların ağırlığı, tavanın çatlak çizgileri boyunca akıyordu. Babamın çıkarken ardında bıraktığı boşluğu doldurmak için, kanepeden annemin yanına yürüdüm. Camın önünde, ikimiz de uzun süre sessiz kaldık.
Bir ara annemin omuzları titredi. İlk defa ağladığını gördüm. Ağlaması, boğuk ve kesik kesikti. Sanki yıllardır içinde biriktirdiği acılar hüzzam makamında bir ağıda dönüşmüştü. İnce ince dökülüyordu gözünden. Başımı omzuna yasladım. Annem, bana sarıldı, ben ona daha sıkı sarıldım. Babamın yitikliğini, birbirimizi bularak gidermek istesek de -eksik kaldığımızın farkına varmanın acısını öldürmek için - aramıza alıp sıkıştırdık.
Derken sokağın ucunda, bir adam belirdi. Gölgesi uzundu. Adımlarının düzeni babamı anımsattı. Annem, elini cama koyup doğruldu. Nefesini tuttuğunu hissettim. Adam yaklaştıkça, yüz hatları ortaya çıktı. Babam değildi. Ama annem camın önünden çekilmedi.
O gece, annemin umudu ile benim çaresizliğim birbirine karıştı. Ve ikimiz de gecenin içinden geçip giden adama bakmaya devam ettik. Ölümün acısı hafifti, beklemenin sancısından. Beklemek hiç yürümeyecek olan bir çocuğun emeklemesi gibi bir şeydi...