Lavinya Dergisi

SİLGİ
Mehmet KEKEÇ

Tutsak kaldı dudaklarının arasında, Yüreğinin esaretinden kurtulamayan Seni Seviyorumlar.

Gözlerimin ağına yakalandığın o an ile sızıyorsun düş âlemime. Sen hatırlamazsın. Gül kurusu hırkandaki söküğe konuyor ince parmakların önce. Utangaç bakışlar döküyorsun eteğine. Yüzün dalgalanıyor. Ürkek kuş telaşında ak ellerin, saçlarından nâzenin çiçeklerin rayihası esiyor. Seni kendime iliştirmek isterken; saçlarının arasından sivrilen, kimsenin fark etmediği ama benim hissettiğim çiğ tanesine yerleşiyor zaman. Buğulu gözlerinle parmak uçlarını seyrediyorsun. İrdeliyorsun.

Ekoseli gömleğindeki çizgilerde köşe kapmaca oynuyor düşüncelerin. Sezgilerinin yüksekliği zannımın alçaklığından yüce. Yüzünün gözeneklerine kadar doluşan ve olduğunu sandığın o sanrılı hallerini bilmiyorsun. Karmaşıklaşıyorsun.

Kendi köşemde uzun uzun seni yaşadığım zamanın düş dökümündeyim bu sonbahar. Ağaçlar solan hatıralarından arınıp, yapraklarını bir bir dökerken zamanın kucağına, yalın kılıç güçlenirken mavi atlasın umudu altında, içime akan gözyaşları ile suluyorum eprimiş cümlelerimi. Bilmiyorsun.

Bu çaba hangi ikilemi birbirinden ayırmak için? Yün ile dikeni çekiştirir gibiyiz şimdi. Kaygılarından süzdüğün soruların hangi seçeneği daha çok düşündürüyor seni, bilmiyorum. Parmak izlerini bulabilmek için kendimi yokladığım, hiç hazır olamadığım, sana rastlayamadığım tenimin pürüzünde tohumlanıyor vecitim. Yeşeriyorsun.

Gözlerim tümsek ayna gibi incelerken ve inceltirken bedenini, sesine bulaşan hüzünlü konuşmanın iç acılarının toplamını hesaplıyorum. Geometrik arzuların sıcaklığı ile kimyasal tepkimemin hacimsel artışı altında kalıyor ezgin bedenim.Yoğunlaşıyorsun.

Yüzüne dökülen saçlarını ince parmaklarınla mütemadiyen kulak arkana iliklemiştin. Yürekte kıdemli kelimenin sırrına gizlenip, hülyalarımdan arınıp, ne vakit gerçekliğime toslarım bilmiyorum. Radyodan kulağıma akan kısık sesli şarkıların nakaratında hiç adın geçmiyor ama ben duyduğum her şarkının hikâyesinden, hep seni dinliyorum. Duymuyorsun.

Konuştukça benzeşen üslubumuzu, birbirine çarpmamak için manevra yapan göz bebeklerimizi, hazine başında nöbet tutan gardiyanların gücünden çok zerafeti ile kıpraşan kirpiklerimizi, yanaklarını fetheden allığı ve boynuna dolanan sarmaşığı görmüyorsun. Susuyorsun.

Havsalam almıyor olanları. Çocuksu gülüşün ve kimsenin bilmediği kelimeler haykıran bakışlarına yerleşmiş bu suskunluğa inanamıyorum. Kıyamet sabahı diye aklıma kazınan, hafızana üflenen sur, yüzünde kaybolan sen... İçimi söküp varlığındaki yokluğuna ilikleyişini hazmedemiyorum. Yaşam ile gözlerin arasındaki arafta yaşıyorsun. Zamanı kendinde hep başa döndürüp -bensiz- sil baştan yaşadığın her anı fark etmiyorsun. Ben içimi dişliyorum, hissetmiyorsun. 

Asudem, nazlı çiçeğim. Gecenin her ev için sessizlik ve dinleti olduğu vakitlerde, karanlığın duvarlara huzur olup yayıldığı saatleri anlatmıştın bana. Annenle babandan bahsetmekten yüksünmüştün. Hani o şiirsel ifadenle, "Yıldızlar doğardı geceleri çoğu evin gökyüzüne, benim odam gebe, her gün batımı zifir zindan geceye" demiştin. Şimdi iyi ki hatırlamıyorsun. Unutsak hafızanı yırtan ne varsa. Tutsan anılarımızı yeniden. Bırakıyorsun.

Yıldızları yeryüzüne indirip evden çıktığın o geceyi bana kaç kere anlatmıştın. Annenin babanın boğazına dayadığı bıçağın soğukluğunu ruhumda hissettiğim. Şimdi bahsetmeyelim bunlardan. Söylenmelerime inat susuyorsun.

Utangaç yüzünü, boynunda tonlarca yük asılıymışta kaldırıyormuş gibi baktığın o gülümseyişin üzerinden çok sular aktı. İlk defa seviliyor ya da ilk defa fark ediliyordun. Hatırlarsın umuduyla yüreğine ektiğim tüm güzel anıları bir bir kuruttun şimdi hafızanda. Senin çıkmaz sokaklarında kayboldum, görmüyorsun.

Sahil kenarında yediğin ilk helva arası dondurmayı, Abant'ın eşsiz manzarasında bıraktığımız düşlerimizi, sallanan kayığı, dönme dolabı, çarpışan arabayı... Sakin olduğu için el ele oturabildiğimiz, garsonundan hiç hazzetmediğin - bana bakıyor diye-, bahçesinde kırk yıllık söğüt altında fotoğraflar çekildiğimiz o anıların hepsini unuttun. 

Seni sana getirmek için anlatmaktan hicap duyduğum anılarını kor gibi bırakıp avucuma, öyle gidiyorsun . Dilim kusuyor. Sustuğum kadar sancı var şuramda. Zamanın ellerindeki silgi, siliyor beni senden. Tek yapraksın şimdi biraz karalanmış, üzerinde yazgılarından kalan kurşun kalem lekeleri. Yeniden yaşamak için silinmen gerekmiş yaşantılarından. Arınman gerekmiş geçmişinden. Ağzıma bulaşan acı tadı ve yüzümdeki ekşi kesiği bilmiyorsun.Sus diyorum kendime, susamıyorum. Azaldıkça çoğalıyorsun.

 Neden sonra öğrendiğin o melun geceyi atlatamadın bir türlü. Korkusundan çok bıkkınlığını yüklenemiyorum demiştin. Her saniye pencerenin pervazına damlayan su damlası, uykudan uyandıran artçı depremler, küçükken mahallenin iri kızının seni köşe başındaki ağacın arkasında beklemesi,  annenin ördüğü ve beğenmemene rağmen giymek zorunda bırakıldığın kazakla okula gittiğin ilk gün, seninle alay edilecek diye attığın her adımını saydığın bitmeyen yol, annenin bazı zamanlar işi çıktığında seni komşunun evine bıraktığı ve o günlerde evin oğlunun oynamak istemediğin oyunlar için annesinin seni zorladığı o günler, babanın evin içinde bitmek bilmeyen isteklerini dizginlemek isteyen annenin yüküne ortak olduğun ama çocukluğunun ve küçük bedeninin bu isteklere yetişemediği her saat, her dakika, her saniye ve her salise çığ gibi büyüyen omzundaki ağırlık gibi bir bıkkınlıkla çıkmışsın evden. Film şeridi gibi akmıyor anlattıkların, tıkanıyorsun. Kıvranıyorsun.

Koştukça susamışsın, koştukça kanmışsın. Öyle demiştin. Yol seni taşımış sırtında. Sen, yıllar sonra suçu olmadığı anlaşılan ve demir sürgülü kapının önüne çıkan adamın huzurlu huzursuzluğunu koşar adımlarından, ciğerlerine sığmayan oksijenden çıkarmışsın. Öyle diyorsun. Kusuyorsun.

Zaman, bütün köşelerini törpüleyip seni benden saklayan bir sabır taşı gibi azalıyor. Adımlarınla eskimiş yollar, sesinle yankılanan duvarlar… Şimdi hepsi seni unutturmak istercesine suskun. Hatırlayamadığın o anların bende bıraktığı kırıntılarla kendime bir dünya kurdum. Ne eksik, ne fazla... Seni anımsatan her şey orada. Ama sen o dünyanın dışında, bambaşka bir düşte, belki de hiç bilmediğim bir huzurun peşindesin. Yüzün zamana sulh bayrağı kaldırmış. Okuyorum... Görüyorsun.

Yıllar mı geçti, yoksa sadece birkaç mevsim mi? Unutuyorum. Senin unutuşuna inat, ben de kendimi kaybetmeye başladım. Yine de her gece yatağa uzandığımda, karanlığın içinde seni görebileceğim bir köşe arıyorum. O ilk karşılaştığımız yerdeki gibi; hırkanın söküğünü dikmeye çalıştığın ama beceremediğin o an. Gözlerinden yere düşürdüğün utangaçlık, sonra ince parmaklarınla toparladığın sessizlik… Zaman seni unutmaya zorlasa da, ben o ânı tekrar tekrar yaşıyorum. Görmüyorsun.

Ama bu defa düşümde bir şeyler değişiyor. Sen, elinde tuttuğun yaralı bir kuşla beliriyorsun. Kuşun kanatları kesik. Gözlerinde bir ışık var, tanıdık ama bir o kadar da yabancı. “Kays", diyorsun. İlk defa bana adımla sesleniyorsun. O sesi, o tınıyı, nasıl unuturum? 

“Onu iyileştirebilir misin?”
Kelimelerim boğazımda düğümleniyor. "Ben mi? Ama sen..." diyecek oluyorum, sözlerim yok oluyor. Sen diz çöküyorsun. Kuşu ellerimle tutuyorum. Kanatları incecik, neredeyse camdan perinin kanatları gibi. "Onu iyileştirirsem hatırlayabilir misin seni?" diye soruyorum.

Başını kaldırıyorsun. Gözlerin doluyor. "Hatırlamak..." diyorsun. "Hatırlamak her zaman çözüm değil yeniden başlamaya Kays. Bazen unutmak, kurtuluşun tek yolu."
Kuşu ellerimin arasından alıyorsun. "Ama bu kuş senin," diyorum. "Bu kuşun kanatları benim değil, senin yaralı kırık geçmişinin." Gülümsüyorsun, ama gözyaşları yanaklarından süzülüyor. “Kanatları(m) senin ellerinde iyileşecek Kays.” diyorsun. “Ama ben uçmayı öğrenene kadar onu sana vermeliyim. Daha çok senin olmalı."
Sözlerin kalbime saplanıyor. Öylece duruyorum. Sen kalkıyorsun, kuşu tekrar bana uzatıyorsun. "Hadi," diyorsun. "Birlikte iyileştirelim."
İlk defa zamanın bizim için akmadığını, bizi bir yerlere götürmediğini hissediyorum. Sadece duruyoruz. Bu duruşta, seninle yarattığımız sessiz bir evren saklı. Bir gün hatırlamak mı, yoksa unutmak mı kurtuluşumuz olacak bilmiyorum. Ama bu ânı—bu düşü—saklayacağım. Çünkü biliyorum, sen unutsan da ben hatırlayacağım. 
Ve bu yeterli olacak seninle yaşanmamış günlerin özlemini azaltmaya. Yüküm hafifliyor. Yürüyorum şimdi. Yürüyorsun...