Lavinya Dergisi
TURUNCUYA YASLANMAK VE ARINMAYA DAİR
Gülşah DEMİRCİ
“Susup içime döktüğüm cümlelere boğazımdan geçiş yok Parmak uçlarımla konuşuyorum, duyuyor musun?”
Sokak lambasının turuncu kolları soğuktan nemlenmiş pencereme dayanmış, içeri girmeyi bekliyor. Perdede oynaşan hareler, gecenin müziğine kulak vermiş, beni de onlarla dans etmeye davet ediyor. Bu davet karşısında çok değil, azıcık öne eğiliyorum selam vermek için. Selamımla birlikte pencereden atlayıp içeri uzanan o turuncu kollar anında sarıp sarmalayıveriyor beni. Gölgem arkada şaşkın. Kıpırdamadan kalıyorum öylece...
Kışın gölgesi çoktur, gecenin karanlığı… Acıtır yapraklarını dökmüş bir ağacın çıplaklığı… Baktıkça içi de soğur insanın ve böyle böyle üşütür göğ(s)ümüzü Güneş’in uzaklığı… Düşündükçe bir uğultu başlıyor zihnimde. Tanıdık bir uğultu bu. Hiç direnmiyorum, zihnim zafer kazanmaya alışkın... Gecenin müziği değişiyor. Ben hâlâ başımı yasladığım turuncuya teslimim. Belli ki sokak lambasının yoldaşlığına muhtacım. Adım adım ilerliyoruz beraber. Gecenin sonunda bekler sabah, kışın sonundaysa bahar… Bilmenin önünde uzanan ferah, aydınlık manzaraya inanmanın araladığı pencereden bakıyorum önümde uzananlara. Gölgeli bir yer burası… Hareli… Ama turuncuya boyalı… Ne çok soğuk ne çok sıcak... İklimi ılıman…
Sorup duruyorum pencereye düşen yansımama: Kaç kez yaprak dökmeli insan? Kaç kez kurtulmalı gereksiz sırtlandığı ağırlıklarından? Üşümeyi peşin peşin kabul ederek çırılçıplak kalabilmeyi kaç kez göze alabilmeli? Baktığı ile gördüğü arasındaki mesafeyi kaç kez kapatabilmeli? Peki sert rüzgârlara boyun eğip eğip yeniden güçlenebilmeyi kaç kez bilmeli? Kaç kez sormalı? Kaç kez cevap vermeli? Kaçıncı kez sorduğuma aldırış etmeden ciddiyetle cevap veriyor bana: “Bir ömür boyu ve bir ömür kadar...” Zihnimde yankılanıyor bu. Küçücük bir an içerisinde tüm dağları, tepeleri aşıp gelip dikiliyor karşıma. Dudaklarımın arasından bir dua gibi dökülüveriyor. “Bir ömür boyu ve bir ömür kadar...” Kendi sesimden irkildiğim için susmayı tercih ediyorum, zaten öyle kaygan bir cümle ki istesem de dilimi döndüremiyorum daha fazla. “Bir ömür boyu ve bir ömür kadar...” Ne kadar da çok, ne kadar da az! Gölgeli bir cevap bu. Hareli... Ama turuncu gibi...
Sustukça biraz daha çöken omuzlarımdan anlıyorum, tüm o dağların, tepelerin yükü üzerimdeymiş. İnsan tüm bu yükleri yeri geldiğinde çıkarıp atmayı bilmeliymiş. Bir göz kırpımı belki, bir soluk arası... En çok da iki göğüs mesafesi... Son dikenlerimi de ayıklıyorum şimdi. Yanaklarım ıslak... Gölgem arkada hâlâ şaşkın...
Hafifledikçe hafifliyorum. Gecenin müziği yine değişiyor. Karşı köşedeki takvimden mart ayı göz kırpıyor bana. İşte geçip gidiyor bir diken dökme mevsimi daha ve ardından başlıyor çiçeklenme günleri. Zihnimdeki düşünceler de turuncuya boyanıyor teker teker. Bilmek ve inanmak arasında aralanan pencerem açık. Oturduğum pencere kıyısından sokak lambasının boynuna sarılıyorum. Turuncunun kendisiyim artık. O anda sokaktan geçen davulcu müjdeliyor, sabaha az kaldı, aydınlık yakın! Arın! Arın! Arın!