Lavinya Dergisi
BİR KÜÇÜK MEMLEKET MESELESİ
Gülşah DEMİRCİ
“Susup içime döktüğüm cümlelere boğazımdan geçiş yok Parmak uçlarımla konuşuyorum, duyuyor musun?”
Doğduğum topraklar ayaklarını denize uzatır. Merdivenlerle sarmaş dolaş sokakların bakışları ufuktadır. Karabataklar kanatlarını rüzgâra açar, kayalıklarda gerinir de gerinir. Çatıların üzerinde martılar ses verir. Geceleri balkonlara göz kırpan, kapkara suların ortasında boy gösteren deniz feneridir. Yalnızlığı karışır dalga seslerine, bekleyip durur belki birkaç balıkçı teknesi duyar diye. Hep bir deniz vardır işin içinde. Çünkü deniz bir ruhtur burada, bu yüzden insanların huyu suyu en çok denize çeker. Deniz deyip geçmemek lazım… Ee, Karadeniz demişler adına, nasıl da ismiyle müsemma!
Maviyse mavi… Yeşilse yeşil… Onların yanına bir de karayı eklemek gerekir. Karadeniz dediysek de bu karalık aynı zamanda kömürden gelir. Salt alın teridir, madencinin teninden sorarız emeğin rengini… Ellerde nasırlar, eksilmez kazma, kürek sesleri ve maalesef bir de feryat figanlar… Göçükler olur, yitip gider gencecik oğlanlar… Tabii, yeraltından dinlemek lazım bir de bu kenti. Uzaklardan acılı bir türkü duyulur, zaten yorgun ciğerler iyice paramparça olur.
Kömür demişken soba sıcaklığıdır çocukluk… Soba üzerinde pişen kestanedir ve sarar etrafı mandalina kabuklarının kokusu… Güzeldir güzel olmasına da üzerimize kurum yağdıran bu memleket, gökle barışık değildir her zaman. Varsa şiddetli bir lodos, sönen ocaklar da olur. Gök, bilmem kaç aileyi uykusunda avlar? Yattıkları yerde sonsuzluğa uzanan, zehirli bir uyku örter üzerlerini. Böyle havalarda soba, bir yılan kadar sinsidir çoğu zaman.
Dönüp dolaşıp yine denize düşer tüm bu acılar, bu yüzden derindir sular… Yoksa deniz, bunca acıyı nasıl bağrında tutar? Şakaya gelmez, yüzmek ciddi bir meseledir burada. Karadeniz, ciddiyet ister. Yeraltı ve gök gibi o da can alır kimi zaman. Boğulmalar, vurgunlar ve evlerde açılan yeni yaralar… Belki de bu yüzden tuzu gözyaşı kadar!
Şimdi, oturup denize bakıyorum ben de. Deniz feneri göz kırpıyor uzaktan… Onun yalnızlığını dalga seslerinde duyuyorum. Bir martı acı acı bağırıyor tepemde… Memleketim tüm yaralarıyla karşımda… Gece şehre sokuluyor iyice, çöken karanlığın ağırlığı iliklerimde… Bayram bitiyor, bayram gerçekten geldi mi ki, bilmiyorum. Bir ateş kaplıyor içimi, yüreğimde alevleniyor ülkemin acı hikâyeleri. Dilim dönmüyor ama avuçlarımda birikmiş dualar ıslanıyor. Denize bakıyorum, denize bırakıyorum. Gök değil belki ama deniz beni anlar. Bir lodos vuruyor beni, baştan sona ürperiyorum ama kanatlanan umudum yüzüyor derin sularında memleketimin.
Deniz fenerine bu sefer ben göz kırpıyorum balkondan ve martı kanadında bir mesaj yolluyorum geceye: “Karadeniz bağrına bas beni, senin kadar ciddiyim ben. Öğrendim ki bu topraklarda ölmek şaka gibi ama yaşamak, şakaya gelmiyor! Hep Nisan 1’miş ülkemin kaderi!” Ve her şeye rağmen ıslak bir dua düşürüyorum havaya: “Tanrım, bu ülkeye daha fazla şaka yapma!”