Lavinya Dergisi
KENDİNE DÜŞMAN OLANIN HİKÂYESİ
İnsanın İçinde Başlayan Bir Savaşın Anatomisi İnsanın içindeki savunma sistemi, milyonlarca yıl süren evrimsel süreçlerin bir ürünüdür ve kusursuzca örülmüş, her an teyakkuzda olan bir ordu gibidir. Bu ordu, görünmeyen ama sürekli uyanık, her türlü tehdit karşısında savaşmaya hazırdır. Virüsler, bakteriler, yabancı dokular… Her dış unsur, potansiyel bir tehdit olarak algılanır. Bu tehditlere karşı sistem, varlığını sürdürebilmek için organize bir direniş başlatır. Ancak ya düşman, dışarıdan değil de içeriden gelirse? Ya sistem, kendi hücresini tanıyamaz hâle gelir ve sadık askerleri, kendisine karşı kılıç çeker? İşte burada otoimmün hastalıkların karanlık kapısı aralanır. Otoimmün antikorlar, bağışıklık sisteminin yanlış yönlendirilmiş sadakatinin ürünleridir. Dışarıdaki tehditlere karşı savunma mekanizması olarak var olan bu antikorlar, içsel bir hatayla, düşmanı içeride ararlar. Yabancıyı, tanıdık suretlerin içinde görürler. Bedende savaş, yalnızca fizyolojik bir hata değil; aynı zamanda derin bir varoluşsal kırılmadır. Bu kırılmanın merkezinde bir hücre vardır: Makrofaj. Adı, "büyük yiyici" anlamına gelir. Görevi nettir: yutmak, sindirmek, ayıklamak. Dışarıdan gelen istilaları ortadan kaldırırken, gösterdiği titiz sadakat bazen bir ikilemle sınanır. Çünkü karşısında duran hücre, her yönüyle tanıdık olabilir — aynı dokudan, aynı geçmişten, aynı genetik haritadan türemiştir. Ancak sistem, artık onu yabancı olarak işaretlemiştir. Ve makrofaj durur. Gözleri, bilinçli bir kararsızlıkla sorar: “Bu hücre gerçekten düşman mı? Yoksa yalnızca bana yabancı gelen bir benlik kırıntısı mı?” Bu soru yalnızca hücresel bir kararsızlık değildir. Bu, insanlık hâlinin biyolojik bir temsiline dönüşür. Çünkü insan da zaman zaman benliğine yabancılaşır. Zihinsel süreçlerde bu, bireyin kendine karşı duyduğu öfke, kendini inkâr etmesi ya da değersiz hissetmesi şeklinde tezahür eder. Psikodinamik teoriler, bireyin içsel çatışmalarla şekillendiğini öne sürer. Freud’un savunma mekanizmaları, Jung’un gölge arketipi, Lacan’ın ayna evresi… Tüm bu teoriler, insanın zaman zaman kendini tanımakta zorlandığını ve bir noktada bu benliğe düşman kesildiğini anlatır. Tıpkı otoimmün bir sistem gibi: Kendine saldıran, kendini korumaya çalışan bir yapının trajik çelişkisi. Ve işte burada edebiyat devreye girer. Çünkü bu çatışma, yalnızca bir fizyoloji meselesi değildir; aynı zamanda bir hikâyedir. Bireyin kendini inkârla başlayan içsel yolculuğu, toplumun kolektif hafızasında da yankı bulur. Toplumlar da tıpkı bireyler gibi, zaman zaman kendi değerlerine savaş açar. Köklerinden uzaklaştıkça, kendini tehdit olarak görmeye başlar. Yabancılaştırdığı kimlikleri, bastırdığı hatıraları, unuttuğu şefkati düşman bellemesi, tam da bu yüzdendir. Ve burada felsefe konuşur: “Ben kimim?” “Kendimle neden savaşıyorum?” “Yabancılığı ne belirler?” “Benim olmayanla, bana ait olan arasındaki çizgiyi kim çizer?” Bu soruların ışığında, bağışıklık sistemi yalnızca biyolojik bir süreç değil, aynı zamanda varoluşsal bir model olarak okunabilir. Bir yapı, kendi temelini inkâr ettiğinde, yalnızca çatışmaz; çöker. Tıpkı bir bireyin ya da bir toplumun, kendini düşman bellediğinde içten içe tükenmesi gibi. Makrofaj, işte bu bilinçle hareket etmeye başlar: Sindirmeden önce anlamak gerekir. Çünkü bazen saldırgan olan, aslında sadece anlaşılmayı bekliyordur. Savunma mekanizmaları, varoluşsal korkularla çalışır. Ama bazen hayatta kalmak, savunmaktan çok bağ kurmakla mümkündür. Son Söz: Kendine düşman olan bir sistem, aslında neyi affedememiştir? Hangi benlik parçaları reddedilmiş, hangi hatıralar silinmeye çalışılmıştır? İnsan, kendi iç sesini neden düşman bellemiştir? Belki de artık bağışıklık değil, bağ kurmaktır bizi yaşatacak olan. Çünkü iyileşmek, yalnızca savaşmaktan vazgeçmek değil; sevmeye cesaret etmektir.