Lavinya Dergisi

HANGİMİZ DAHA DERİN
Pelin ŞEHİDOĞLU

Sözcükler bir kaç hece lakin bilmezler ki bizim evrenimizde binbir gece.

Bir gün dağla deniz karşılaşmış.

“Sen çok derinsin,” demiş dağ, “ama ben gökyüzüne daha yakınım.”
Deniz gülmüş, dalgalarıyla kıyıyı okşamış:
“Sen rüzgârla konuşursun, ben yıldızlarla yıkanırım. Hangimiz daha yakınız hayata sence?”

İşte böyle başlar kafamın içindeki tartışma. Sabah kahvemi içerken bile “Deniz mi daha bilgedir, yoksa dağ mı daha sabırlı?” gibi sorular döner durur zihnimde. Cevap yok. Belki de cevap olmaması en güzel cevaptır. Çünkü bazı sorular sorulmak için vardır; cevaplandıklarında değil, düşündürdüklerinde büyürler.

Deniz, bana hep bir çocuk gibi gelir. Kıpır kıpır, oyuncu. Dalgalarıyla şakalaşır, bazen hırçınlaşıp surat asar ama sonra gönlünü alırsın bir midye kabuğuyla. Kıyıya bıraktığı her iz, geçmişe ait bir gülümsemeyi andırır. Kumun içine gömdüğümüz hayaller, çocukluğumuzun parmak izleri gibi kalır orada.

Dağ ise yaşlı bir dede gibi. Sessiz, dimdik ve biraz aksi. Ona yaklaştıkça kendi sesin kısılır. Belki de o yüzden insanlar dağa çıkınca daha çok susar, denize gidince daha çok şarkı söyler. Çünkü dağ seni dinler, deniz seni konuşturur. Ve bazen, birinin seni dinlemesine değil, sadece konuşabilmeye ihtiyacın vardır.

Peki biz hangisine benziyoruz? İnsan doğası gereği hem inişli çıkışlı değil mi? Sabah kalkar kalkmaz Everest gibi kararlıyken, öğleden sonra okyanus gibi karışık olabiliriz. Sabah motive kalkıp “Bugün kendimi geliştiriyorum!” derken, akşam “Bir dizi daha izleyip yatayım ya” diye kendimizi sulara bırakmamız… Belki de içimizde hem denizin derinlikleri hem dağın dorukları var. Hangisi baskın çıkarsa o günün karakteri belli oluyor. Ve belki de en büyük mesele, bu ikisinin aynı bedende birbiriyle kavga etmeden yaşamasını öğrenmek.
Hayat da böyle değil mi zaten? Bazen yükselmeye çalışırsın, bazen sadece yüzeyde kalmak istersin. Ve bazen, dondurmanın erimemesi için gölgede oturmak tüm hayat planlarından daha anlamlı gelir. Çünkü kabul edelim: Deniz kıyısında dondurma yemek varken, dağ başında çorap giymek zorunda kalıyorsun. Yani hayat her zaman felsefe değil, biraz da pratik. Hangi manzara daha çok şey düşündürürse düşünsün, hangisinde Wi-Fi çekiyorsa orayı seviyoruz biraz da, değil mi?

Bir yanda doğanın sarsılmaz sabrı, diğer yanda dalga dalga gelen değişkenlik. Bir taraf seni kendinle baş başa bırakır, öteki seni kendinden alır. Dağın zirvesine çıkmak emek ister, ama oradan bakınca her şey küçülür. Deniz kenarında oturmaksa emek istemez, ama içine dalınca büyüklüğün farkına varırsın. Hangisi seni daha çok değiştirir? Belki de asıl soru bu.

Ve işin en ilginç tarafı şu: Dağ da deniz de seni sana bırakır. Ne yargılar, ne yönlendirir. Sadece oradadırlar. Tıpkı bazı insanlar gibi. Varlıklarıyla konuşur, yokluklarıyla öğretirler. Onlara ne yüklersen, onu geri yansıtırlar.

Şimdi sana soruyorum:
Bir gün iki tatil hakkın olsa, biri dağ evinde sessizliğe çekilmek, diğeri deniz kıyısında salıncakta sallanmak… Hangisini seçerdin?
Ve seçtiğin şeyi gerçekten istediğin için mi seçerdin, yoksa kaçtığın için mi?
Kimin sesine daha çok ihtiyacın var şu an: İçindeki suskun dağın mı, yoksa coşkulu denizin mi?

Cevap vermek zorunda değilsin. Ama biraz düşün istersen. Hem dağ hem deniz bekliyor seni.
Birisi yukarıdan bakıyor, diğeri içine alıyor. Ama ikisi de sana aynı şeyi anlatıyor:
“Hangimiz daha deriniz, ya da hanginize daha yakınsın?”