Lavinya Dergisi
YAK BİR TÜRKÜ, YAN-AYDINLAN!
Tutsak kaldı dudaklarının arasında, Yüreğinin esaretinden kurtulamayan Seni Seviyorumlar.
Gece, kendi şarkısını mırıldanmaya başladığında, içimizde demlenen fısıltılar da bir musikiye evrilir. Yükü ağır gelir ansızın kederin. Taşar, neşe dudakların arasından zaman zaman. Sıyrılır dişlerin boşluğundan. Ve ruh kendi kelâmını var eder tanıdık bir sesle. Duygular ıslanır dimağımızda, sızar ruhumuzun çatlaklarından damla damla. Gün siyahı örtünmüş, ay hükmetmiştir gecenin demine. Yıldızları seyrederken dünyaya açılan penceremiz, kısır da kalsa bir mum alevi gibi yanmaya başlamıştır dilimizde içli bir ışık. Titreşir kuruyan boğaz. Islanır yutkunarak. Dökülür ses tellerimizden nağme nağme. Ardışık tınılar takip eder birbirini. Yük azalır, gam dağılır gecenin karanlık boşluğuna... Ranzadan düşer ses ağırlaşıp kimi zaman. Yankılanır dağın yamacına çarpıp. Dağılır usul usul semada. Elleri kaldırır, gözleri ıslatır. Keder azalır, neşe çoğalır bir türkünün içli nakaratında... İşte böyle zamanlarda döneriz türkülerimize. Çünkü türkü, halkın kendi diliyle yaktığı sızıdır. Göçük altından çıkar gibi çıkar ağzımızdan, bazen bir kırık saz eşlik eder, bazen yüreğimizin incelen telleri... Hâllerimiz değişir, türkülerimiz aynı kalır. Zamanın küflü çivilerine asılı dururlar, uzanıp alınmak üzere. Kimi zaman yoksulluğun gölgesinde büyüyen çocukların sesi, kimi zaman gurbetin dilsiz yoldaşı, kimi zaman aşkın gözyaşı olurlar... "Ah bir ataş ver" dediğinde bir mahpus, o yangını hissetmeyen, duymayan var mıdır? Ya da “Kara tren gecikir belki hiç gelmez” dizesiyle bir annenin umutla bekleyişini hissetmemek mümkün müdür? Ve aşk… En çok da onun için yakılır türküler. Herkesin bir Mihriban’ı vardır çünkü. Adını söyleyemediği, gözlerine doyamadığı, yüreğinde susturamadığı biri... “Aşk dokunmaktan ziyade, tenden azadedir” türkülerde. Bilmeyene öğretir, unutana hatırlatır sevdayı türküler. Kimi zaman da unutamamaktır. İşte o yüzden "Unutmak kolay mı deme, unutursun Mihriban’ım" dizesi, unutamayanların dili olur. Her hecede, bir sevdanın sessiz çığlığı yankılanır. Öyle ince, öyle hassas anlatılır ki sevda, "aşk" kendinden utanır. Türkü öyle bir söyler ki; ne bağırır, ne susar, çınlar yürekler.. Sevenin yüreğine işleyen o ince sızı gibi. Ve biz, her dinleyişte kendi Mihriban’ımıza döneriz içimizde. Türkü dediğin, yalnızca ezgi değildir. O bir mektuptur, gönderilmemiş. Bir iç dökme hâlidir, saklanamamış. Bir mendil ucuna düğümlenmiş hatıra. Gamın, kederin, neşenin, aşkın vücuda kavuşma hâlidir... Hislerimiz dertle yoğrulsa da türkülerle hafifler. Çünkü insanın içinde büyüyen her şey, dile gelmeyince zehre döner içeride. Türküler, o zehri şifaya çevirir. Akıtır dışarı cerahatını. O yüzden tabiblerde bulunamayan şifalar gizlidir, içli nağmelerimizde. Yaylada çoban, şehirde işçi, evde kadın, tarlada genç bir delikanlı... Herkes bir dize tutturur kendine. Herkesin kendi türküsü vardır; söyleyemese de içinde yanan... Türkülerimiz, hâllerimizin aynasıdır. Kalbimiz nereye çekerse, dilimiz oradan bir türküye tutunur. Belki de bu yüzden hiçbir halk bizim kadar ağlayarak gülmemiş, gülerek ağlamamıştır tarih boyunca. Şimdi sen de çığır içli bir türkü. Unutma sakın! Dilinden sızan, şifadır yarana...