Lavinya Dergisi

HAZIR OL!
Sıla Nisa ÜNAL

En derin arzumuzdur aslında yalnızlık.

Gözlerimi tavana dikmiş, dakikalardır, belki de saatlerdir düşünüyordum. O kadar derin düşünceler içinde, zaten benim için bir anlam ifade etmeyen zaman kavramı daha da bulanıklaşmıştı. Bir yandan düşüncelerimle baş başa vakit geçirirken, öte yandan gözlerim, bana doğru yaklaşan hamam böceğinin rotasını takip ediyordu. Eskiden olsa onu görünce çığlık atar ve bulunduğum yeri terk ederdim; fakat şimdi onunla kader ortağı sayılırdık. Tek farkımız o benden daha özgürdü. Dilediği zaman dışarı çıkıp bu iğrenç yere geri dönebiliyordu. Ben ise bütün gün bu küf kokulu odanın içinde, parmaklıklar ardında olmaya mahkûmdum.

Benim yerimde başkası olsa eminim burada kafayı yerdi düşüncesi aklıma geldikçe hem kahkaha atıyor hem de kendimi daha güçlü hissediyordum. Aslında itiraf etmek gerekirse buraya hapsedildiğimden beri daha çok gülmeye başladım. Bazen vakit geçirmek için şarkıları tersten söylemeye çalışıyor, bazen on beş, yirmi basamaklı sayılarla dört işlem yapıyor, bazen de sadece duvarları izliyorum. Tüm bunları yapmak bana oldukça komik geliyor. 

Bazı günler duvarla tavanın kesiştiği yerdeki kameraya bakıp saatlerce kıpırdamıyorum. Beni her dakika izlediğini biliyorum. İlk zamanlar birinin her hareketimi izlediği düşüncesi midemi bulandırıyordu. Bazen “Neden ben?” diye saatlerce soruyordum kameranın ardındakine. Ama hiçbir zaman cevap yok. Zamanla alıştım izlenmeye. Artık aynı soruları sormuyorum. Yalnızca çaresizce bekliyorum. 

Bazen buradaki tek canlı olmadığım hissine kapılıyorum. Duvarların nefes aldığını, tavanın bana göz kırptığını düşünüyorum. Kim bilir belki de aklımı yitiriyorum. Bazı günler acaba özgür olan ben miyim yoksa dışarıdaki insanlar mı diye düşünürken buluyorum kendimi. Her gün yemeğim ve suyum önüme geliyor, bütün gün uyuyabiliyorum, beni rahatsız eden sahte insanlar yok, hiçbir sorumluluğum yok. Tüm bunlar hafif hissetmemi sağlıyor. 

Ve bir anda kulağıma bir ses ilişiyor. Emin olamıyorum. Belki de sadece yanıldım diye düşünüyorum. Ve işte yine aynı ses… Kapının ardından gelen ses kalbimin ritmini değiştiriyor. Ayağa kalkıp kafamı iki demirin ortasına koyuyorum. Ses her defasında daha da artıyor. Kalbim yerinden fırlayacak gibi hissediyorum. Sanki kapı koluna uzanan biri var hissine kapılıyorum. Gözlerim kapının altındaki boşluğa takılıyor. Bir anda cesaretimi toplayıp bağırıyorum. “Kim var orada?” Sesim bir anlığına bana da garip geliyor. Çok uzun süredir bu kadar yüksek sesli bağırmadığımdan olsa gerek.

Kapının ardından cevap gelmiyor. Belki de beynim bana bir oyun oynuyor. Yatağıma doğru yol alırken kapının ardından bir kâğıt parçası yollanıyor. Sanki onu benden alacaklarmış korkusu ile bir anda eğilip elime alıyorum. Kâğıdın üstünde kocaman harflerle “Hazır ol!” yazıyor.

 Hamam böceği sanki kâğıtta yazanı görmek istiyormuşçasına yanıma yaklaşırken ona “Sanırım bir şey olacak,” diyorum. Ama ne? Neye hazır olmalıyım? Kaçmaya mı, ölmeye mi yoksa gerçeği öğrenmeye mi? Kapının önünden son bir tıkırtı geliyor, sonra sessizlik. Saatlerce — ya da dakikalarca, artık bilemiyorum — orada öylece kalıyorum. Kâğıdı parmaklarımın arasında buruşturup açıyor, buruşturup açıyorum. Bir anda kameranın kırmızı ışığı yanıp sönmeye başlıyor. O an anlıyorum: Bir şey gerçekten değişmek üzere.