Lavinya Dergisi

BATTANİYE GÜNLERİ VE YAĞMUR TUZAKLARI
Gülşah DEMİRCİ

“Susup içime döktüğüm cümlelere boğazımdan geçiş yok Parmak uçlarımla konuşuyorum, duyuyor musun?”

Sonbahar, takvimlere yayıldı iyice. Güneş, şimdilerde daha nazlı. Bulutlar, her zamankinden daha yüklü. Durup durup boşaltıveriyorlar sırtlandıklarını üzerimize. Havanın suratı asık, biraz tadı kaçık. Sararan yapraklar bırakıvermişler kendi kaderlerini deli rüzgârın keyfine. Ağaçlar çıplak, yerler ıslak… Soğuğu artıyor gecenin. Sanki karanlığı da… O parıltılı yıldızlar şimdi daha bir uzak… Kısacası, “Battaniye günleri başladı.” diyor bize doğa. 

Lambanın kısılmış bakışları altında öylece oturuyorum. Üzerimde battaniyem… Doğanın dediğine karşı gelecek değildim, sorgusuz sualsiz biat ettim ona. Battaniyemin verdiği sıcaklık, elimdeki kupadan tüten duman ve yorgun ben bir süredir baş başayız. Bölüştüğümüz sessizliğin bozulmaması için gayet özenliyiz. Kanepe gıcırdamasın diye kıpırdamıyorum bile. Bazen insan, kendisinden başka hiçbir şeye yer bırakmayan, gerçek sessizliğe nasıl da ihtiyaç duyuyor! Gerçek sessizlik diyorum çünkü ses çıkarmamak, gerçekten sessizlik anlamına gelmiyor. Etrafta hiç ses olmasa da o konuşmaktan vazgeçmeyen zihni susturabilmek hiç ama hiç kolay iş değil. Zihni geçtim, kalbin konuşması var bir de… Daha da beter!   

Elimdeki kupadan bir yudum alıyorum. Yumuşatmam gereken sadece boğazım değil, biliyorum. Aniden, yağmur taneleri tık tıklatmaya başlıyor camımı. Süzülüp bir yol bulmaya çalışırlarken o anda bir pencere aralanıyor benim de içimde. Sımsıkı attığım düğümler çözülüyor, gerçek sessizlik ıslanıp eriyiveriyor zihnimde. Perdeleri havalanıyor düşüncelerin. Sert sert esiyor, ortaya saçılıyor duygular… Belli, yağmurun da rüzgârın da bir telaşı var! 

İşte o zaman upuzun bir merdiven uzanıyor kalbime… İnersem, sığabilecek, sığınabilecekmişim gibi… Tuzaklarla dolu olduğunu bilsem de kalbimin davetine kayıtsız kalamıyorum. Tekinsiz bir yolculuk başlıyor içimde. Zihnin fırtınalarından kalbin derin sularına… Denize düşüp yılanlara sarılıyorum. Kırıkları batıyor ayaklarıma, yaralanıyor parmak uçlarım, dört odacığı da üzerime çöküyor, nefessiz kalıyorum. Kulaklarımda çoğalıyor uğultusu, bana geçip giden zamanı hatırlatıyor. Yavaş yavaş indiğim merdivenlerden soluk soluğa koşarak çıkıyorum. Kalbimin gürültüsünden kaçıyorum. Bir kâbustan canhıraş uyanırcasına soruyorum kendime: “Ben buraya nasıl geldim?”

 Hâlbuki loş ışıkta sıcacık battaniyem ve dumanı üstünde bitki çayım ile sakin sakin oturuyordum. Biraz sessizlik dilemiştim, gerçek bir sessizlik… Bilmiyordum ki bulutlar fazla yüklenmiş yine, canları sıkılmış. Gökten inen yağmur damlaları, unutmaya bıraktığım ne varsa önüme sürüyor. Islanıyorum ama daha iyi anlıyorum böyle havalarda gözlerimle bulutların neden benzediğini…

Derin bir iç çekiyorum sonra, koca bir yudum daha alıyorum çayımdan. Kanepenin gıcırdamasına aldırmadan battaniyeme daha çok sarılıyorum. Bir uykunun eşiğinde göz kapaklarıma yeni yeni düşler asıyorum ve kendi kendime mırıldanıyorum: “Yağmur, nasıl da tuzaklar kuruyor insana! Mevsimler bahane, zihinler fırtınalı, kalpler yaprak döküyor işte.” 

Takvime kurulmuş ekim duymuş olmalı beni. Kendine has, o hüzün dolu sesiyle kulağıma fısıldıyor: “Aldırma, böyledir battaniye günleri!”