Lavinya Dergisi
HÜZÜNLÜ SARI VE YOLUN ÇAĞRISINA DAİR
Gülşah DEMİRCİ
“Susup içime döktüğüm cümlelere boğazımdan geçiş yok Parmak uçlarımla konuşuyorum, duyuyor musun?”
Yoldayım… Bulutların küme küme yığıldığı, benzi soluk göğün altında, sararmış yapraklarıyla güzü kuşanmış ağaçların arasında… Önümde kıvrıla kıvrıla uzanan yolun çağrısını duymuşum da kayıtsız kalamayıp düşmüşüm peşine… Tanıdık bir çağrı bu. Tanıdık bir yolculuk. Ama ben, gözlerini kocaman açarak tetikte bekleyen içimdeki çocuktan devşirdiğim bir merakla bakıyorum etrafıma. Sanki o anda yenileniyor her şey. Bakmanın ötesine geçip görmeye başlıyorum.
Hünerli bir ressamın fırçasından damlayan hüzünlü sarıya yüzünü dönmüş dallardaki çoğu yaprak, kimi ise tutunduğu daldan ayrılmış, nemli toprakla çoktan buluşmuş… Sonbaharın son demindeyiz artık. Takvimler de yaprak döküyor nihayetinde. Kasım demek, kapıda bekleyen kışa hazırlık…
Camı açıyorum, ciğerlerime dolan temiz hava başımı döndürüyor biraz. Öyle sert rüzgârlar esmiyor ama. Havada bir durgunluk var. Arabanın içinden yükselen seslere rağmen bir suskunluk… Sol yanımdan geçip giden ağaçlara dalıp gidiyorum bir süre. Aynı ressamın doğa tablosunun içindeyim sanki, fırça darbeleri birbirine karışmış, yeşilden kahverengiye, kahverengiden sarıya… Yine çocuksu bir merakla elimi uzatıp dokunmak istiyorum. Önümdeki renk paletine parmağımı batırmak, çıplak kalan dallara yeni yapraklar boyamak…
Yaprak dökmüş ağaçları gördükçe bir hüzün oturuyor içime. Kalbimin beti benzi atıyor, sarıya dönüyor ritmi. Zihnim söz alıyor, başlıyor konuşmaya. Yitirdiklerimi düşürüyor aklıma, kayıplarımı, savruluşlarımı, kayboluşlarımı biraz da. Hüzün perdesi aralanıyor gözlerimin, bir nem bulutu oturuyor bakışlarıma. Kış, çıkageliyor. Camdan uzattığım avucum üşümeye başlıyor. Parmaklarımın arasında dolaşan rüzgâr, tenime değdikçe ürpertiyor beni. Zamanın da esip gittiğini düşünüyorum bir anlığına. Beni baştan sona ele geçiren bu düşünce yokluğu kazıyor zihnime, oydukça oyuyor içimde açılan boşluğu. Ömür denilen şey nasıl da delik deşik!
Camdan uzattığım elimi sipsivri bir şeye değmişçesine çekiveriyorum içeri. Yaralandım ama kan yok. Avucuma bakıyorum, inceliyorum onu. Yağmalanmış bir ovayı anımsatıyor bana, karalanmış bir kâğıdı ya da… Çizik çizik… Kaç dua yarım kaldı o avuçta? Kaç dokunamayış buz kesti soğukluğunda? Ve kaç tutamayış birikti çizgilerinin arasında? Yapraklarını dökmüş ağaç dalları gibiydi o çizgiler, o an fark ediyorum. Gittikçe avucumun da sarardığını görüyorum. Sol dizimin üzerine düşen bir yaprak oluyor o. Öylece oturuyorum.
Zaman akıp gidiyor. Yol kıvrılarak uzanmaya devam ediyor. Araba, taşlı yolda aynı hızda ilerliyor. Ben ise o sarıda kalıyorum. Kasımın fırçasından damlayan hüzünlü bir sarı bu, biliyorum. Arabanın içinden yükselen sesler kesiliyor bir anda. Duruyoruz. Sarı yapraklarla bezeli mezarlığa varıyoruz. Arabadan inmeye hazırlanıyorum. Kafamı kaldırıp tepe boyunca uzanan mezarlara bakıyorum. Bu tepe, bu taşlar, bu isimler, hepsinin üzerini kuşatan sarılık… Her şey ne kadar da tanıdık! Bulutların yığıldığı göğe açıyorum avuçlarımı: ‘Söyle, şimdi kim temize çekecek bu hüzünlü sarılığı!’
