Lavinya Dergisi

KULÜBENİN DÖNGÜSÜ
Sıla Nisa ÜNAL

En derin arzumuzdur aslında yalnızlık.

  Arabadan dışarı çıktığımda ayaklarım bir anda çamura batıyor. İçimden “İyi ki çizmelerimi giymişim.” diye geçiriyorum. Kapıyı kapatıp tekerleri tek tek kontrol ediyorum. Tam da tahmin ettiğim gibi tekerlerin çamura saplanmış olduğunu görüyorum. Hava resmen buz kesiyor. Bir anda içimi bir ürperti kaplıyor. Etrafıma bakınmaya başlıyorum ve bir ormanın içinde yapayalnız olduğumu fark ediyorum. Arabanın içinden çok da severek giymediğim montumu alıp üstüme geçiriyorum. Tekrar etrafıma bakınmaya devam ediyorum. Bir yandan titrerken bir yandan ne yapacağımı düşünüyorum.  Daha önce böyle bir durumla karşılaşmamıştım ve çok iyi bir sürücü olduğum da söylenemezdi.  Bu durumdan nasıl kurtulacağımı bilmiyorum.  Aklıma gelen tek şey birilerinden yardım istemek oluyor fakat ormana tekrar göz gezdiriyorum. Orman korkunç derecede ıssız. Biraz beklemeye karar veriyorum. Bekliyorum, bekliyorum…

  Yarım saattir bekliyorum. Ne gelen var ne giden. Ellerimin gitgide soğumaya başladığını hissediyorum. Daha fazla dayanamayıp biraz ilerlemeye koyuluyorum. Hiç bitmeyecekmiş gibi gözüken yolun sonunda karşıma bir kulübe çıkıyor. Bu kulübe ne tam modern bir ev gibi ne de basit bir kulübe gibi duruyor. Sanki ikisinin arasında sıkışmış, bir zamanda unutulmuş, kendini çürümeye bırakmış bir yapı. Bahçe kapısını açarken menteşelerin çıkardığı acı bir gıcırtı omurgamdan aşağı buz gibi bir ürperti gönderiyor. Bahçe çürümüş yapraklar ve böceklerle dolu.

  Kapıyı çalıyorum ama ses veren kimse yok. Kapının sağındaki büyük pencereden içeri bakmaya çalışıyorum fakat içerisi zifiri karanlık. Kapıya tekrar dönüyorum. Tam bir kez daha kapıyı çalacakken kapının açık olduğunu fark ediyorum. Siyah demir kapıyı soğuktan bembeyaz olmuş ellerimle itiyorum. Kapı açılır açılmaz ağır bir koku yayılıyor. Parkenin temiz tek bir köşesi kalmamış. Yağmur suları tavandan sızıyor, yere her damlayışında ölü hamam böceklerinin üzerini örtüyor.

  Evde kimse olmadığı ilk bakışta belli oluyor fakat yine de bağırıyorum. Ses yok. Evin içinde işime yarayacak bir şey olup olmadığını kontrol etmek istiyorum. Parkenin üzerindeki ölü böceklere basmamaya çalışarak mutfağa ilerliyorum. Tezgâh paslı, dolap kapakları kırık. Tezgâhın üzerinde içinde ne olduğu belli olmayan kavanozlar, birkaç içki şişesi. Mutfağa girmemle çıkmam bir oluyor. Ardından merdivenlere yöneliyorum. Yer yer kırılmış bu merdivenler hiç de güven vermiyor. Bu evden bir şey çıkmayacağını düşünüyorum.

  Tam arkamı dönüp gitmek üzere kapıya yöneldiğimde küçük bir masa dikkatimi çekiyor. Ceviz ağacından yapılmış, oldukça parlak ve evdeki diğer eşyaların aksine yepyeni duruyor. Bu masa beni resmen kendine çağırıyor. Büyük bir merakla masaya yaklaşıyorum. Masanın üzerindeki siyah kaplı deftere bakıyorum. Tıpkı masa gibi yepyeni duruyor. Kitabın kapağında kabarık siyah harflerle yazılmış kocaman bir cümle gözüme ilişiyor:

  "BUNU ASLA OKUMA."

  Boğazım kuruyor, ellerimin soğuktan titremeye başladığını fark ediyorum. Etrafı kolaçan ettikten sonra kitabın kapağını yavaşça açıyorum. İlk sayfada yalnızca bir cümle yazıyor:

  "SENİ UYARMIŞTIM."

  Bir anda omzumda bir el hissediyorum. Ve karanlık.

  Gözlerimi açtığımda arabamın içindeyim. Arabanın kapısını açıp iniyorum. Ayağım çamura batıyor. Tekerlekler çamura gömülü, motor çalışmıyor. Etrafıma bakınıyorum. Burası bana çok tanıdık geliyor. Burayı bir yerden hatırlıyorum. Ama nereden?