Lavinya Dergisi

YEŞİLİN TONU
Arşiv

Eski Yazar Yazıları

Zihnimdeki yeşilin en keskin tonundan baktım bugün hayata. Varoluşumu bir çift hissedilmeyen kalbe, görülmeyen ihtirama, gösterilmeyen hürmete verdim. Yağan yağmurun ardından çamur olan toprağın ruhuna büründüm. Sonra düşündüm... Elime kalem alabilmek için, güzeli çirkini ayırt etmeden yazabilmek için; gecesinden kille karışık toprak bir kaptan bir kaşık çorba içemediğim, ertesi sabah kahvaltıda hangi püreyi yiyeyim diyemediğim, ruhumdaki var olan renklerin asıl tonunu ancak rüyamdaki o ihtişamlı gökkuşağının kalabalık, ben de ben de diye haykıran seslerinde duyduğum, sesimin; susuzluktan kuruyan gırtlağımdaki tellere inat, tıpkı bir fanustaki balığın gürültüden ürkerek yavaş ve özenli özenli suyun dibine çöktüğü gibi çıktığını bildiğim bir sabaha mı uyanmam gerekir? Ayağıma ince telli, cılız kahverengi topraklardan yapışan tozla, Güneşin; adeta bir maden ocağında işlenmiş kömürün en koyu tonunda olan tenime hükmettiği, diz kapaklarımın hizasını geçen sisli kıyafetimin yakasını yırtmam için, sırtımda taşımam gereken bir sıcak kalp tattıran bu memba yeryüzündeki hangi adalet? Ad'ında "alet" barındıran bir kalıbın dünyaya hükmedemeyeceğini hissetmenin zor olmadığını; tadını bilmediğim yiyecekleri tatmayı düşlediğim, ağlamaktan kuruyan gözlerimin hayata pusla bakmayan pencere kenarını özlediğim günlerde anlamıştım. Susuzluktan kuruyan dudaklarıma su bir dirhem su bulabilmek için kilometrelerce yürümek zorunda olduğum bu derdimi; başka insanların dertlerini anlamlandırma çabasıyla, sahaf ziyaretleri yapıp aradıkları kitabin peşinde koştukları, komşunun aldığı yeni buzdolabını görme sabırsızlığını ya da Ayasofya’yı bir an önce geze geze bitirememe arzusuyla değiştirebilmek isterdim. Derimin her metrekarede: zigon sehpanın üzerinde parlayarak duran o göbekli, ağız kısmında ise adeta pullu, kırmızı, gösterişli elbisenin yırtmacı edasını veren kristal camlı sürahinin yanında duran, kristal camlı kimilerine göre kırıldığında takımını bozan o cam parçası kadar ter akıttığı, gözlerimden dökülen yaşların tuzuyla gözaltlarımdaki kırışıklıkların bile gerilerek gülmeme engel olduğu bu gezegende kalan ömrümün son gününe dek, dünyadaki yerimi bulmak için çabaladığım yıllarım olacak. Üzerimdeki cefayı, tenimdeki koyuluğu, kıyafetimdeki burukluğu, kalbimdeki kırıklığı; bilmediğim dünyaya borçluyum. Bu evrende seyrede seyrede nakış gibi ruhuma işleyen sefaletin kalbinde yaşayan, bu güçlü bağ... Bu bağın gücüyle tenlerimizde yakaladığımız uyumu, kuyuların dibinde su ararken yakalayabileceğimiz nice günlere... Kısacası bugün var oluşumu; zamanla özleşen kavgaları, kini, nefreti değil: aşkı, ruh coşkunluğunu, insanın özünü ve kirlenmemiş safiyetiyle dünyayı algılama çabasına verdim. O gün orada yaşananlar, bu yazıda bir çocuğun gözünden anlatılıyor.