Lavinya Dergisi
EN SESSİZ VEDA
Esra YILMAZ
Öyle bir farkındalık ki, bir yanı delilik diğer yanı ise dahilik. Sahi ben hangi yanına savruldum sonunda.
Yazın, insanı sıcaklarıyla bunalttığı bir ağustos gününden…
Her şeyden habersiz, abisi Mehmet ile evlerinin balkonunda oynayan küçük bir kız çocuğuydu Melis.
Bir zil sesi ve gelen, teyzesi Feride… Ağlayarak annesine bir şeyler anlattığını ve sonra annesinin de ağlamaya başladığını gören Melis ve abisi, ne olduğunu çok sonradan, ancak onlara anlatıldığında anlayacaklardı. Ve bir daha asla unutamayacaklardı.
Annesinin feryat eder gibi ağlayışı, Melis’in içine bir taş gibi oturmuştu.
Annesi evden apar topar çıkmış, Melis ve Mehmet’i teyzelerine emanet etmişti. Melis ve Mehmet’i yanına alan teyze, ablasının —yani Melis’in en sevdiği teyzesinin— evine gittiler.
Neler oluyor diye birbirine bakan ama bunu asla kelimelere dökemeyen iki çocuk… Birbirine bakan iki koltukta, karşılıklı oturan iki kardeş…
“Canlılar doğar, büyür ve ölür. Babanız… Babanızı kaybettik çocuklar.” denmişti, o gün orada, “Acaba bize ne söylenecek?” diye endişeyle bakan o masum gözlerin sahiplerine.
Canlı, doğum, ölüm, baba… Bu kelimeler en fazla kaç ton ağırlığında olabilirdi bilmiyordu Melis. Ama onların, o iki kardeşi, altında ezecek kadar ağırlığı vardı, biliyordu.
Melis’in abisi çığlıklar atıp, olduğu yerde çırpınarak ağlıyordu. Boğazını yırtarcasına çıkan sesi, babasına “Hayır! Baba bizi bırakamazsın…” diyordu sanki.
Diğer bir yandan Melis… Melis’in hiç sesi duyulmuyordu odada. Suskunluğu ile kulakları sağır ediyordu. Melis bu yaşta böyle olgun olmayı nereden öğrenmişti? O küçücük haliyle yasını nasıl böyle tutabiliyordu içinde? Oysaki en çok o severdi babasını, en çok o vakit geçirirdi onunla. Onun yanından, yakınından; gözünden, sözünden hiç ayrılmak istemezdi.
Peki, neden bu sessizlik? Melis’in sesi neden çıkmıyordu…
Kıvrılıp uzanmıştı teyzesinin koltuğuna. Yastığı, durmadan akan gözyaşları ile ıslanmıştı. Öyle çok ağlamıştı ki… O yastık bir canlı olsaydı, belki o gün o yaşlar altında boğulabilirdi.
Annesi haberi aldığında, babasını defnetmek için memlekete gitmişti. Bu süre içerisinde Melis ve abisiyle öyle güzel ilgilenip üzerlerine titriyorlardı ki, Melis buruk bir mutluluk hissediyordu.
Nereden bilsin ki, artık yetim oldukları için “sevilmek” sandığı şeyin aslında “acımak” olduğunu?
Yetim.
Tek kelime, beş harf.
Ama taşıdığı yük…
Çok acı, çok ağır ve çok fazla gözyaşı.
Ama tek kelime işte: YETİM.
Dile kolay dedikleri bu olmalıydı.
En sevdiği, ondan çok uzakta, ruhunun bir parçasını koparıp alarak o soğuk memleket toprağına gömülmüştü. Ve Melis, biricik babasına veda bile edememişti.
Yıllar geçmiş, mekânlar değişmiş, bir sürü insan girip çıkmıştı Melis’in hayatına.
Ama hayatında değişmeyen ve daima kendini olduğu gibi tutan o özlem yerini korumuştu.
Hiç geçmeyecek bir yara izi gibi kalmıştı kalbinde: babası…