Lavinya Dergisi

KELİMELERİN TAŞIDIĞI ANLAM: KENDİNİ İFADE ETMENİN İNCELİKLERİ
Başak TOHUMCU

İnsanın iç dünyasını anlamak psikolojinin bilimsel misyonudur; o dünyayı ifade edilebilir kılmak ise yazının anlatı gücüdür.

      Yakınlık, her zaman açık olmayı beraberinde getirmez. İnsan, en çok iletişim kurduğu kişilere karşı bile aklından geçenlerin en azını söyleyebilir; bu insanın içsel çelişkilerinden yalnızca biridir. Birey, duygusal olarak derin bağ kurduğu kişilerle iletişim hâlindeyken, düşünce ve duygularını ifade etme becerisi çoğu zaman sınırlı kalabilir. İçsel yaşantının yoğunluğu arttıkça, bilişsel süzgeçten geçmeyen duygular ve düşünceler kelimelere dönüşmekte zorlanır; böylece anlatım, bilişsel düzeyin gerisinde kalır. İşte bazen bir bakış, bir suskunluk ya da gecikmiş bir cümle; dile gelemeyen bir çok duygu ve düşüncenin habercisidir. Oysa insan, anlamaya ve anlaşılmaya en çok sevdiği ve sevildiğini hissettiği kişiler aracılığıyla ihtiyaç duyar. Ne var ki, sevildiğimiz ve sevdiğimiz kişilere duygularımızı ve düşüncelerimizi açıkça ifade etmek; sevgiyi dillendirmek, kırgınlıklarımızı anlatmak ya da öfkemizi bile karşımızdakini incitmeden paylaşmak çoğu zaman kolay değildir. Özellikle incitmekten ya da yanlış anlaşılmaktan duyulan kaygı, ifade edeceğimiz birçok şeyi geri çeker. Oysa ilişkilerin en sağaltıcı yönü, duyguların ve düşüncelerin şeffaflıkla paylaşıldığı anlarda değerlidir. İfade edilemeyen duygu ve düşüncelerimizin izini süren bu metin, kelimelerin ardında saklı olanları görünür kılmayı amaçlıyor. Çünkü söze dökülemeyen duygular ve düşünceler yalnızca bireyin içsel dünyasında yankılanmakla kalmaz; zamanla bedenine, ilişkilerine, yaşamın çeşitli alanlarına nüfuz eder. İfade edilemeyen, bastırılır; bastırılan, şekil değiştirerek yeniden yüzeye çıkar. Bu nedenle, duygulara ve düşüncelere ifade edici bir dil ve yol bulmak, sadece bir iletişim becerisi değil; aynı zamanda ruhsal dengeyi korumak için temel bir ihtiyaçtır.

        Kendini ifade etmek, kişinin içsel dünyasını dış dünyayla buluşturma sürecidir. Duyguların, düşüncelerin, arzuların ve kırgınlıkların dile getirilmesi, bireyin kendilik algısının gelişmesi ve duygusal yüklerinden arınabilmesi açısından kritik bir rol oynar. Avusturyalı nörolog ve psikiyatr Sigmund Freud’un kurucusu olduğu psikanalitik kuramdan başlayarak birçok psikolojik yaklaşım, ifade edilemeyen duyguların bireylerin ruhsal ve bedensel sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerine uzun yıllar dikkat çekmeye çalışmıştır. Freud, bastırma (repression) savunma mekanizmasını nevrotik semptomların temeli olarak tanımlar. Bireyin bilinç düzeyinde kabul edilemez bulduğu düşünce ve duyguları bilinçdışına atarak savunma geliştirdiğini öne sürer. Bu bastırılmış duygu ve düşünceler, doğrudan ifade bulamadıklarında dolaylı bir yollarla (semptom, rüya, dil sürçmesi ya da psikosomatik yakınmalar gibi) dışa vurulur. Psikanaliz kuramdan etkilenerek sonrasında ortaya çıkan nesne ilişkileri kuramı ve duygulanım temelli kuramlara baktığımızda doğrudan ifade edilemeyen duyguların, bireylerde ilişkisel sorunlara ve içsel çatışmalara sebep olduğunu savunduğunu görebiliriz. Özellikle duygusal regülasyonun sağlanamadığı durumlarda, karamsarlık, kaygı, öfke patlamaları ya da psikosomatik belirtiler ortaya çıkabilir sonucunu burada da görebiliriz. Bu alandaki önemli çalışmalardan biri olan Pennebaker ve Beall’in (1986) deneysel araştırması, ifade edilmeyen duyguların bedensel etkileri üzerine yapılan incelemedir. Deneysel çalışmada, katılımcıların, travmatik bir yaşam deneyimlerini yazılı olarak ifade ettiklerinde, ruhsal ve fiziksel olarak belirgin değişimlerin olduğu gözlemlenmiştir. Yazı yoluyla duygularını açıkça ifade eden bireylerin bağışıklık sistemlerinin güçlendiği, stres düzeylerinin düştüğü ve terapiye katılım motivasyonlarının arttığı rapor edilmiştir. Bu sonuçlar, bastırılan duyguların ifade bulmasının koruyucu, destekleyici ve iyileştirici bir etkisi olduğunu göstermektedir. 

     Ne var ki, bireyin duygularını ve düşüncelerini açıkça ifade etmesini engelleyen yalnızca belirttiğim içsel çatışmalar değildir; toplumsal anlatılar ve kültürel normlar da bu süreçte insanlığın varoluşundan bu yana önemli ve çoğunlukla negatif bir rol oynar. Toplumlara bağlı kültürler, güçlü olmayı susmakla, duyguları ve düşünceleri ifade etmeyi engellemekle ve acıya karşı direnç göstermekle eş tutan kalıplarla inşa edilmiştir. Bu kültürel kodlar, bireylere daha çocukluk döneminden itibaren aktarılarak; “ağlama”, “belli etme”, “düşünüyorsan da sus”, “içine at”, “konuşup da ne olacak?”, “büyütme”  gibi örtük ya da açık mesajlarla yıllarca  dayatılmıştır. Bu tür içselleştirilmiş mesajlar, bireyin duygusal yoğunluğu ve düşüncelerini dillendirmesini hem ruhsal hem de sosyal düzeyde olumsuz etkileyerek ifade etmesini engellemiştir. Oysa ifade edilmeyen duygu ve düşüncelerin yok olmayacağını; yer, yön ve form değiştirerek daha olumsuz bir şekilde geri geleceği kimse tarafından tahmin edilemediği için; ani öfke patlamaları, anksiyetik çökmeler, psikosomatik rahatsızlıklar ve anlam verilemeyen ilişkisel bozukluklar biçiminde kendini göstermeye başladığında da çözümler yetersiz kaldı. Çünkü ifade etme becerisine ket vurulan bireylerin olumsuz sonuçlarla karşılaştıklarındaki çözümler de yine belli kalıpları barındıran belirsizlikler ve umutsuzlukları içeriyordu. 

 İşte tam da bu noktada yazmak, kişinin içsel dünyasında bir kapı aralar.Yazmak, özellikle içsel yaşantının kaotikliğini düzenler; duygu ve düşüncelerimizi ifade etmek, bütünlüğü bozulmuş yaşantı deneyimini bütüncül ve anlamlı bir hikâyeye dönüştürür. Bu bağlamda, yazı yalnızca bir iletişim aracı görevini değil, aynı zamanda ruhsal bir düzenleme aracı görevini de üstlenir. Yazı, bastırılmış olanı görünür kılar; söze dökülemeyeni duyulur, dile getirilemeyeni anlaşılır hâle getirir. Çünkü kelimeler, yalnızca bir iletişim aracı değil; aynı zamanda bireyin iç dünyasında beslediği ifade edilmeyen duygu ve düşüncelerine ulaşmak için kullandığı düşünsel bir araç rolünü alır. Günlük tutmak, mektup, şiir, hikaye yazmak, deneme kaleme almak ya da sadece yazdıklarının içinde derin nefes alabilmek… Her biri kişinin iç dünyası ile derin bir temasın bir yoludur. Yazı, bireyin özüne dönmesini, duygu durumlarını tanımasını ve bütünlüğü bozulmuş yaşantı deneyimini anlamlı bir bütün hâline getirmesine olanak tanır. Bu yönüyle yazmak, yalnızca metinsel bir üretim değil; ruhsal bir iç düzenleme biçimidir. Yazmaya devam eden bireyler, bir süre sonra yazının bir tür psikolojik ayna görevi gördüğünü, artık yazarken bile kendini gözlemleyebildiğini fark edecek düzeye gelerek; içsel inşasını zamanla düşünsel yolla yeniden yapılandırmaya başlar. Yazmak, yıllar önce bile içsel dünyamızda kapattığımız o kapılarımızı zamanla tek tek açmamızı sağlar. Bu nedenle, yazının işlevi sadece anlatmak değil, aynı zamanda dönüştürmektir.

     Kendini ifade edebilmek, yalnızca bir iletişim becerisi değil; bireyin ruhsal yapısını yeniden yapılandıran bir değişim yöntemidir.  Dil aracılığıyla duyguların paylaşılması, bireyin içsel deneyim dünyasını düzenlemesine olanak tanır; bu da hem psikolojik sağlamlığı artırır hem de kişilerarası ilişkilerde empati temelli ve güvenilir bir bağ kurulmasını sağlar. Bu süreç, tıpkı karanlık bir odanın kapısının aralanması gibidir: içeriye süzülen ışık yalnızca odayı aydınlatmakla kalmaz, içeride neyin nerede olduğunu görmemizi sağlar. Fark edilene her şey, zihinsel haritamızda bir yer edinir ve kontrol edilebilir hâle gelir. Bu kontrol, bireyin içsel ve dışsal yaşantılarında zamanla daha güvende hissetmesini sağlayarak; olumlu ve olumsuz duygu ile düşüncelerin kabulü, benlik bütünlüğünün güçlenmesi, duygusal düzenleme kapasitesinin artması ve psikolojik dayanıklılığın gelişmesi gibi çok boyutlu etkilerle ilişkilendirebilir.

     Sonuç olarak; ifade özgürlüğünün, duygu farkındalığının ve yazının iyileştirici gücünün önemsendiği bir psikososyal iklim, bireylerin daha sağlıklı ve doyumlu ilişkiler kurmasını sağlayarak; benlik saygısının gelişimine, empatik iletişimin güçlenmesine ve psikolojik iyi oluşun desteklenmesine zemin hazırlar. İçimizdeki duygulara ve düşüncelere sahip çıkmak ve aktarmanın bir yolunu bulmak, kendimize ve birbirimize yapabileceğimiz en iyi katkıdır.

Sahada karşılaştığım pek çok danışanla yürüttüğüm terapötik süreçlerde, danışanlarımda ilk dikkat çeken nokta; kendini ifade etme becerilerindeki yetersizlik nedeniyle yaşanan duraksamalar, konudan sapmalar, dağınık ya da hatalı aktarımlar ve tüm bunlar arasında anlamı korumaya yönelik çabalarının belirginliği olmuştur. Özellikle terapiye yeni başlayan bireyler, duygularını adlandırmakta, yaşantılarını söze dökmekte ve içsel dünyalarına temas etmekte güçlük çekmektedir. Bu bireylerin büyük çoğunluğu, doğrudan “üzgünüm”, “kırgınım” ya da “kaygılıyım” diyemedikleri gibi, çoğu zaman terapiye; “sürekli başım ağrıyor”, “nereden başlayacağımı bilemiyorum”, “içim sıkılıyor ama nedenini bilmiyorum”, “sürekli bağırıyorum”  ya da “herkesle kavga eder oldum” gibi bedensel ya da ilişkisel belirtilerle gelmektedir. Bu ifadeler, aslında yıllarca ifade edilmemiş ya da adlandırılamamış duyguların ve düşüncelerin dışavurumlarıdır.

   Bu noktada devreye giren basit ama güçlü destekleyici yaklaşım, yazıdır. Özellikle kendini ifade etmekte zorlanan danışanlarıma, bir deftere her gün yalnızca bir-iki satır da olsa duygularını, düşüncelerini ya da o günkü ruh hâllerini yazmalarını isterim. Başlangıçta çoğunlukla direnç ile karşı karşıya kalırken zamanla olumlu değişimleri görmeye başlarız. Devamlılık ise, bu aktarımı kendi iç dünyası ile temas etmesini kolaylaştıran bir köprüye dönüştürür. “Ne hissettiğimi bilmiyorum ki yazayım” diyen bireylerden, bir süre sonra, “Bugün yazarken gözlerim doldu”, “O cümleyi yazarken boğazıma bir şey düğümlendi” ya da “Yazarken aslında ne kadar kırıldığımı fark ettim” gibi cümlelerle kurulan o içsel temas kendini göstermeye başlar. Kelimeler, önce deftere; sonra görüşmelere, ardından dile ve en sonunda da yaşantıya aktarılır. Bu süreç, bireyin iç dünyasını yavaş yavaş görünür ve anlamlı kılar ve ifade edilmeyi bekleyen duygu ve düşüncelerin güvenli bir alanda ve zamanda dışa vurulmasını sağlar. Yazmak, burada yalnızca bir egzersiz değil; duygu düzenlemenin, benlik farkındalığının ve terapötik bütünleşmenin önemli ve güçlü bir aracıdır. Yazılan her kelime, danışanın kendi geçmişinin aydınlanmayı bekleyen koridorlarında hem yön bulmayı hem de anlamlandırmayı mümkün kılar. 

Klinik deneyimim bana öğretti ki; bazen en etkili değişim, en sessiz yerden başlar. Ve bazen değişim, kalbin değil kalemin ucundadır. 

“Anlatmak, bir başkasına değil, önce kendine temas etmektir.”

— Irvin D. Yalom