Lavinya Dergisi

HAYATIMIZDAKİ KİRAZ ÇİÇEKLERİ: GEÇİCİ OLANIN KALICI ETKİSİ
Başak TOHUMCU

İnsanın iç dünyasını anlamak psikolojinin bilimsel misyonudur; o dünyayı ifade edilebilir kılmak ise yazının anlatı gücüdür.

     Yılın belirli bir döneminde, birkaç günlüğüne açan göz alıcı doğallıktaki kiraz çiçekleri... Özellikle Japon kültüründe “sakura” olarak bilinen bu göz alıcı çiçekler, güzelliğin kısa bir sürede çok yoğun yaşandığı ve benzer bir hızla vedaya dönüştüğü döngünün sembolüdür. Kiraz çiçeği, kalıcı olmayan göz alıcı güzelliği nedeniyle yaşamın kırılganlığını, ölümün kaçınılmazlığını ve güzelliğin geçiciliğini simgeler. Ayrıca Japon estetik anlayışında kiraz çiçeklerinin dökülmesi, çürümenin başlangıcı değil, güzelliğin son ânı olarak görülür. Güzellik ve ölüm, aynı anda ve aynı estetikte yer alır. Bu yaklaşım, “mono no aware” kavramıyla açıklanır: geçici olanın farkındalığıyla hissedilen hüzünlü bir hayranlık. Kiraz çiçeği, bize her şeyin yalnızca gelip geçici olduğunu öğretmez; aynı zamanda geçerken de izler bıraktığını hatırlatır.

      Kiraz çiçeklerinin gerçek hayatta yarattığı paradoksal durumu anlatan bir haber var hatırımda: Japonya’da kiraz ağaçlarının altına park edilen arabaların üstüne dökülen kiraz çiçeklerinin, özellikle açık renkli araçların boyasında kalıcı lekelere yol açtığı belirtiliyordu. Neredeyse kokusuz olan ama bir o kadar güzelliğiyle hayran bırakan bu çiçekler, ne yazık ki ardından çıkmayan izler bırakıyordu. Sürücülere uyarıysa çok netti: “Arabanızı nereye park ettiğinize dikkat edin.” Güzelliğiyle büyülerken izini bırakıyor; yani geçici olan, kalıcı bir etki yaratıyordu. Bu durum, hayatımızda yalnızca fiziksel bir duruma değil, aynı zamanda duygusal ve ruhsal bir hakikate de işaret eder. Hayatımızda yer verdiğimiz her şey, belki birkaç gün, birkaç saat, hatta birkaç dakika sonra yok olabilirken, etkileri yıllarca bizimle kalabilir.

     İşte bu noktada, hayatımızdaki kiraz çiçeklerinin ardında bıraktığı o sessiz, pastel ama silinmeyen izleri merkeze alarak; geçici olanın kalıcıya nasıl dönüştüğünü, güzel olanın nasıl derin izler bıraktığını ve tüm bunların iç dünyamızda nasıl yer ettiğini söyleyebiliriz. Hayatımızda bazı insanlar, olaylar, kelimeler ya da anılar kısa süreliğine hayatımıza gelir; ama bazen silinmesi zor izler gibi derin ve içsel yaşantılar bırakır. Bazıları ışığıyla, bazıları gölgesiyle… Ama hepsi bir iz olarak kalır. Hayatımızdaki kiraz çiçeklerinin ruhsal dünyamızda, bedenimizde ve ilişkilerimizde nasıl izler taşıdığını anlamamızda zaman alır. 

       Japon kültürü, güzelliği kusursuzlukta değil, geçicilikte ve sadelikte arayan “Mono no aware” kavramı ile birlikte “wabi-sabi” estetik anlayışı ile de kusurlu olanın içindeki saklı güzelliğe de dikkat çeker. Bu anlayışta, çiçeğin dökülmesi, ağacın kuruması, bardağın çatlaması diğer olan her şey gibi doğaldır. Hatta o kadar doğaldır ki çatlamış seramikleri altınla onaran kintsugi sanatı, kırılmanın izini silmeye çalışmak yerine, bu izleri estetik bir değere dönüştüren anlamlı bir yaşantıya dönüştürür.
              Modern diye adlandırdığımız yaşam, bize her şeyin ancak kusursuz, pürüzsüz yüzeylerle doğru ve kabul edilebilir olduğunu dayatır. Oysa psikoloji, bunun tam tersini söyler: “Kırılmalarımızla büyür, izlerimizle anlam kazanırız.” 

      Travma, psikolojide bir olayın ne kadar sürdüğüyle değil, bireyde bıraktığı iz ile ele alınır. Bazen saniyelik bir tehdit algısı, bazen çocukluktaki bir yaşantı, bazen duyulan tek bir söz, bazen de sevilen birinin kaybı... Kısa ve ani olabilir, ama etkisi uzun süreli ve kalıcıdır. Bessel van der Kolk, "Beden Kayıt Tutar" adlı kitabında travmanın yalnızca zihinsel bir yara olmadığını, bedenin de bir hafızaya sahip olduğunu vurgular. Ona göre, travmatik yaşantılar işlenmediğinde sinir sistemine kazınır ve tetikleyici durumlarda aynı yoğunlukla kendini tekrar eder. Zihin unutsa bile, beden her zaman hatırlar.

      Travmanın düzeyi her zaman olayın kendisiyle değil, bireyde bıraktığı iz ile de değerlendirilir. Kimi zaman anlık bir korku, beklenmedik bir söz ya da küçük bir ihmal; ne yazık ki yıllarca sürecek bir kaygının, öfkenin ya da utancın kaynağı hâline gelebilir. Travmanın izleri, tıpkı kiraz çiçeklerinin bıraktığı o pastel renkli ama kalıcı lekeler gibi; dışarıdan bakıldığında zararsız görünebilir, hatta bazen görülmeyedebilir. Fransız psikolog, filozof ve nörolog Pierre Janet’e göre, zihin, dayanamayacağı kadar yoğun olan yaşantıları bastırmak yerine “ayırarak” bilinçsiz bir şekilde bilinç dışına iter. Bu, bastırılmış değil, ayrıştırılmış bir içeriktir; yani travmatik anı zihinsel bütünlükten koparılarak yok edilmeye çalışılsa da yok olmaz. Zihin bu içeriği doğrudan hatırlayamaz, fakat söz konusu malzeme, zamanla bilinçdışı katmanlarda varlığını sürdürür ve beklenmedik bir anda yüzeye çıkar. Yaşantı tamamlanmıştır; ama izi silinmeden kalmıştır. Kiraz çiçeği metaforu, tam da burada travmanın doğasını somutlaştırır: kısa süren bir etki, uzun süren bir izin varlığını bize hatırlatır. Geçmişe ait olduğuna inandığımız, bugünümüzle iç içe geçerek; ayrıştırılmış olanla, yaşamın en beklenmedik anlarında tekrar görünür.

      Geçici ama kalıcı etkilerin, yalnızca bireysel düzeyde değil; toplumsal düzeyde de kendini gösterdiğini söyleyebiliriz. Ülkemizde yaşanan büyük travmalar olarak ele aldığımız depremler, kitlesel göçler, toplumsal çatışmalar çoğu zaman medyanın ilgisini kısa süreliğine çeker. Ancak etkileri hiç de öyle değildir. Kolektif hafıza, bir süre sonra bireysel hafızayla benzer bir şekilde çalışır: travmatik olarak değerlendirdiğimiz yaşantı bastırılsa ya da unutulmaya çalışılsa da, kolektif hafızada yerini alır. Kimi zaman sanatla, kimi zaman ağıtla, bazen de sessizlikle nesilden nesile aktarılır.

      Sosyal psikologlar, bu kolektif hafızanın bastırdığı yaşantıların toplumlarda iletişim sorunlarına, yabancılaşmaya, güvensizlik döngülerine ve empati yitimine yol açtığını belirtiyor.  Yas tutmasına izin verilmeyen kültürel yapılarda, bireylerde içe yönelim, öfke kontrolünde zorluklar ve yoğun kaygı tepkileri gibi belirtiler gözlemlenebilir.
Bugün hâlâ kolektif hafızanın bastırdığı yaşantıların konuşulamaması, bazı yaşantıların adlandırılmaması; toplumsal hafızamızdaki sakuraların toplumun ruhuna bıraktığı sessiz etkileri görülebilir.  Kolektifin görmezden geldiği her kırılma, zamanla bireysel olarak ruhsal dünyamızda kendine yer bulur. 

       İnançların oluşum sürecinde belirleyici ve etkili bir rol oynayan ilişkisel deneyimler, zihnimizin yalnızca düşüncelerle değil, aynı zamanda ilişkisel temaslarla da şekillendiğini ortaya koyar. Kurulan her ilişkisel temas, inançlarımızda bir iz bırakır; bazıları bir olumsuzluğu tetiklerken, bazıları içsel bütünlüğü yeniden yapılandırmamızı sağlar. Bunun için hayatımızda iz bırakan yalnızca kişiler değil, ilişkiler de olabilir. Kimi zaman bir öğretmen, bir arkadaş, bir meslektaş, kimi zaman ise bir yabancı... Belki de kısa süren bir etkileşim, hayat boyu sürecek bir inanç sistemine dönüşebilir. “Yetemiyorum”, “Kendimi değersiz hissediyorum”, “Terk edileceğim”, “Sevilmeyi hak etmiyorum” gibi inançlar, çoğu zaman bu geçici ama güçlü deneyimlerin ürünüdür.

Bunun tam aksine, hayatımızda iz bırakanlar yalnızca iç dünyamızı sarsan yaşantılar değildir; kimi yaşantılar, içimizde destekleyici bir iz de bırakabilir. Bir öğretmenin sevgi dolu bakışı, bir arkadaşın güvenli varlığı, bir meslektaşın karşılıksız desteği ya da bir yabancının tek bir cümlesi, daha önce hiç tanımadığımız bir duyguyu içimizde harekete geçirebilir. “Yeterliyim”, “Ben değerli ve önemliyim”, “Anlaşılıyorum” gibi inançlar da, toplumsal yaşantıların bireysel deneyimlerle kesiştiği noktalarda içselleştirilir.

Bu konu, uygulama deneyimlerimde karşılaştığım pek çok terapötik süreçte sıklıkla öne çıkan bir dinamik olarak kendini gösteriyor. Özellikle bireyin kendi içsel  anlamlandırma ve yaşantılarla yüzleşme sürecinde, bu temanın farklı biçimlerde ortaya çıktığını gözlemlemek mümkün. Danışanın yaşadığı örüntüleri fark edebilmesi ve bu örüntülerin yaşamındaki etkilerini anlayabilmesi bazen kolay olmuyor; çünkü bu farkındalık, yalnızca sözcüklerle ya da açıklamalarla değil, çoğu zaman ilişkisel temaslar ve duygusal yaşantıların içselleştirilmesiyle mümkün oluyor. Ve çoğu zaman bu ilişkisel temaslar, o ana kadar üzerinde hiç düşünülmemiş bir yaşantıyı görünür kılıyor. İşte bu zorlu anlamlandırma sürecinin ne kadar dönüştürücü olduğunu defalarca gözlemleme şansım oldu. Bu konuda paylaşabileceğim birçok örnek var elbette; ancak bu sürecin doğasını belirgin bir şekilde ortaya çıkaran bir örnek üzerinde durmak istiyorum.

Bir danışanım, ilişkilerinde özellikle de arkadaşlık ilişkilerinde sürekli olarak “fazla verici” ve “fedakâr” olduğunu, hayır deme becerisinin yeterli olmadığını ve verdiği “evet”ler sonrasında kendini nasıl geri plana ittiğini uzun uzun ifade ediyordu. Bu ifade ediş sürekli örnek bir kişi olduğunu ve asıl doğrunun bu olduğunu savunur bir tondaydı. Bir süre sonra arkadaşlık ilişkileri üzerine konuşurken, geçmiş anılarından birinde dikkat çeken bir durum ortaya çıktı. Okul yıllarında, en yakın arkadaşının birkaç gün boyunca desteğine ihtiyaç duyduğu bir dönemde, “fazla iyi olmak”, onun gözünde kabul görmenin bir yolu hâline gelmişti. Yaşantı örnekleri anlatıldıkça, durumun örüntüsü daha da belirginleşti. Zamanla o arkadaşlık ilişkisi sona ermişti, hatta o kişi hayatından da çıkmıştı; ancak o ilişkisel temastan öğrendiği “fazla iyi olmak, kabul görmenin bir yoludur” inancı kalıcılığını sürdürüyordu. Zamanla kurulan birçok ilişki, farkında bile olmadan bu inanç zemini üzerine inşa edilmişti. Bu inanç, beraberinde tükenmişliği getirmiş; bununla birlikte “yorgunluk” ve “değersizlik” duyguları da giderek kendini göstermişti. Yani bilinç düzeyinde hatırlamadığı şey, bedeninde ve duygularında yaşamaya devam ediyordu.

       Yaşantıların kısa süreliliği ile etkilerinin uzun solukluluğu arasındaki çelişkiyi görebildiğimiz bu noktada, uzman eşliğinde yürütülen terapötik süreç, görünmeyen bağların ve kalıcı inançların izini gözler önüne seriyor. İşte terapi, bu çelişkinin çözülmesi için danışana bir alan sunar. Bu alanda amaç, kiraz çiçeğinin düştüğü yerleri bulup izleri silmeye çalışmak değil; onları anlamlandırmak, bazen dönüştürmek ve kimi zaman da hikâyemizin bir parçası hâline getirmektir. 
 
Yaşam, kalıcı ya da geçici yaşantılarla üzerimize dökülen kiraz çiçekleriyle doludur; önemli olan ise bizde kalanın etkisidir. Geçiciliğiyle kalıcılık bırakan her deneyimin fark edilmesi, içsel dünyamızı yeniden düzenleme şansı verir. İşte bu yüzden, üzerimize dökülenlerin taşıdığı duygu, izlenim ve anlamları fark edebilmek; hem kendimize hem de yaşamın bize sunduklarına karşı değişimin ilk adımıdır. Çünkü değişim, çoğu zaman büyük adımlarla değil, görülemeyen küçük izlere dokunmakla başlar. Ve belki de en derin değişim, geçip gidenin değil, bizde kalanların farkına varmakla mümkün olur.

 “Hiçbir şey sürmez; ama her şey kalır.”
—Fernando Pessoa