Lavinya Dergisi
UNUTTUĞUM ŞEYLER BENİ HATIRLIYOR: TRAVMANIN HAFIZASI
İnsanın iç dünyasını anlamak psikolojinin bilimsel misyonudur; o dünyayı ifade edilebilir kılmak ise yazının anlatı gücüdür.
Bazı anılar vardır ki, unutmuş gibi yaşarız; kimi zaman gerçekten unuttuğumuzu sanırız, kimi zaman ise onları tamamen unuturuz. Oysa unuttuğumuzu sandığımız ya da bilincimizden tamamen silinmiş görünen bu anılar, sandığımız kadar sessiz değildir; farkında olsak da olmasak da bizimle var olmaya devam ederler. Anılarımızın hepsi hafızamızın görünür kısmında yer almadığı için bedensel duyumlar, duygusal tepkiler veya bilinçdışı imgeler olarak da var olabilirler. Bazen bir koku, bir ses, bir tat, tanıdık bir yüz ya da bir görüntü, bu gizli anıları gün yüzüne çıkaran tetikleyicilere dönüşebilir. Ve çoğu zaman anlam veremediğimiz bu anıların gelişi, unuttuğumuzu sandığımız her şeyin bugünümüzde var olmak istediğinin bir mesajıdır.
Bu noktada, karşımıza “travma” kavramı çıkıyor. Travma, yalnızca savaşlar, göçler, büyük felaketler ya da haberlere konu olan olaylarla sınırlı değildir. Bazen küçümsediğimiz ya da önemsiz sandığımız deneyimler, yıllar sonra beklenmedik bir anda ve kontrolümüz dışında bilinç yüzeyine çıkabilir. Bu yönüyle travma, yalnızca “büyük” olanı değil; tekrar tekrar yaşanan küçük ama derin yaşantıları da kapsar. Bu yönüyle travma, yalnızca “büyük” olanı değil; tekrar tekrar yaşanan küçük ama derin yaşantıları da kapsar. Ayrıca travmanın, yalnızca zihnimizde var olmadığını, beynin karmaşık evrelerinde, hormon sistemimizde, istemsiz kas hareketlerimizde ve hatta duruşumuzun hafif kamburlaşmasında bile kendine yer açabileceğini unutmamak gerekir. Bu nedenle, özellikle sinir sistemimiz yaşanmış tehlikeleri unutmaya eğilimli değildir; çünkü onun birincil amacı bizi bir bütün olarak korumaktır. Ancak bu koruma çabası, çoğu zaman geçmişin tetikleyicilerini bugünün gerçekliğinde yeniden yaşamamıza yol açar.
DSM-5’e göre travma tanımına baktığımızda, ölüm, ciddi yaralanma veya şiddet tehdidinin ya da bu olayların, doğrudan, tanık olarak veya dolaylı şekilde yaşanmasının yarattığı ağır psikolojik etkidir. Travmanın tanımını net bir çerçevede ele almış olsak da, yaşantıların her zaman çok daha karmaşık olduğunu bilmemiz gerekir. Çünkü travma, bir anda ortaya çıkan ve kendiliğinden biten bir durum değildir; hayatımızda zamanla yer edinir ve ihmallerimizin birikimi ile güçlenir, bugünkü yaşamımıza müdahale edebilecek kadar da etkili hâle gelir. Bir çocuğun kendisini ailesine ifade etmesine izin verilmemesi, bir kadının eşinin eleştirileriyle yıpranması, bir çalışanın iş yerinde görünmez kılınması, yaşlı bir bireyin fikirlerinin önemsenmemesi, bir gencin hayallerinin alay konusu edilmesi... Oysa bunlar, ne manşetlerde yer alır ne de mahkeme dosyalarının sayfaları arasına girer; fakat insan ruhunun dokusunu zedelemeyi başarır. Kendini güvende hissettiği bir anda, kimi zaman bunu bir korku tepkisi, kimi zaman da derin bir değersizlik hissi şeklinde deneyimleyerek yeniden yaşayabilir.
Travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) ise, DSM-5’te tanımlanan türde travmatik olayların ardından gelişen; bireyin bedensel, ruhsal ve duygusal işlevselliğini derinden etkileyip, sosyal veya mesleki yaşamında klinik olarak anlamlı bozulmaya yol açan belirtiler kümesidir. Başlıca belirtiler arasında ise tekrar yaşantılama (flashback), kaçınma davranışları, olumsuz bilişsel ve duygusal değişimler ile aşırı uyarılmışlık hâli yer almaktadır. Bu nedenle TSSB’yi travmadan ayıran en önemli özellik olarak, yalnızca olayın anımsanması değil; geçmişte yaşanan duygusal ve bedensel tepkilerin bugün de tüm gerçekliğiyle yeniden ortaya çıkması olduğunu söylemeliyiz.
Judith Herman, travma kavramının kapsamının yalnızca bireysel deneyimlerle sınırlı olmadığını vurgulamakla kalmaz; travmanın, toplumların ortak hafızasında da yer edeceğinin altını çizerek toplumsal travmaların etkilerine dikkat çeker. Özellikle savaşlar, zorunlu göçler, deprem, sel, yangın gibi başlıca doğal afetlerin, kuşaklar boyunca etkisini sürdüren kolektif yaralar olduğunu savunur. Bir toplum, ortak bir travmanın tanığı olduğunda, bu deneyim; hikâyeler, sessizlikler, bakışlar, bazen ağıtlar, çoğunlukla da sanat ve edebiyat ile ve kimi zaman da aktarılan korkular aracılığıyla yeni nesillere geçer. Böylece travma, istemesek de yalnızca bireyin değil, toplumun geleceğini şekillendiren görünmez bir mirasa dönüşür.
Travmanın etkisi; süresi, şiddeti, bağlamı, baş etme kaynakları, kişinin yaşı, yaşam öyküsü, sosyal destek düzeyi, kişilik özellikleri, olayın tekrarlayıcı niteliği ve maruz kalma biçimi gibi etkenlere göre değişir. Travmanın türünü anlamak, hem iyileşme sürecini hem de baş etme yollarını belirlemede kritik öneme sahiptir; çünkü her travma, kendi içinde farklı bir iyileşme dili taşır. Bu noktada travmaları türlerine göre sınıflandırmak, doğru müdahalenin ilk adımıdır.
“O günden önce” ve “o günden sonra” diye bireyin hayatını ikiye bölen; bir deprem anı, trafik kazası ya da ani bir kayıp gibi tek seferlik ve yüksek etkili olaylardan doğan akut travmada kişi, bu ani tehlike karşısında hayatta kalma moduna geçer ve o an yaşanan duygular, görüntüler ile bedensel tepkiler adeta mühürlenir. Kronik travma ise akut travma gibi tek bir olaydan değil, tekrarlayan ve uzun süren olumsuz yaşantılardan kaynaklanır. Devam eden şiddet, uzun süreli mobbinge maruz kalma, beden bütünlüğünün bozulması ya da uzun süre savaş ortamında yaşamak, bireyin güvenlik hissini ve dayanıklılığını derinden aşındırır. Beyin, artık hayatta kalma stratejisi olarak sürekli tetikte olmayı seçer. Karmaşık travma, genellikle erken yaşlarda başlayan ve yıllar süren, güvenlik hissini ve dayanıklılığını kökten sarsan çoklu travmatik yaşantılardır. İhmal, istismar, sürekli aşağılanma veya aile içi duygusal erişimsizlik gibi deneyimler, beynin “tehlike” ile “güven” ayrımını yapmasını zorlaştırır ve geçmişteki tehdit hissi bugüne taşınır. Yetişkinlikte ilişkilerden kaçınma, aşırı bağlanma, yoğun öfke patlamaları veya davranış bozuklukları bu türün tipik yansımalarıdır. Bu türün erken çocukluk dönemindeki karşılığı gelişimsel travma olarak ele alınır. DSM-5’te bağımsız bir kategori olarak tanımlanmamış olsa da literatürde, özellikle çocukluk çağında bakım verenin ihmal, istismar ya da tutarsız bakım davranışları nedeniyle ortaya çıkan uzun süreli psikolojik etkilerin yetişkinlikte izler bıraktığı vurgulanır. İkincil (veya dolaylı) travma ise bireyin bizzat maruz kalmadığı, ancak başkasının yaşadığı travmaya tanıklık ettiği ya da sürekli maruz kaldığı durumlarda gelişir. Gazetecilerin çatışma bölgelerinden haber yapması veya afet gönüllülerinin felaket sahnelerinde çalışması bu duruma örnektir. Olay doğrudan yaşanmamış olsa bile duygusal ve fizyolojik tepkiler ortaya çıkabilir. Bu nedenle, dolaylı travma yaşayan kişilerde bedensel ve zihinsel yorgunluk, tükenmişlik ve umutsuzluk gibi belirtiler yaygın olarak görülür.
Tüm bu travma sınıflandırmaları arasında ortak nokta, beynin ve bedenin travmatik deneyimi “tamamlanmamış” bir olay gibi saklamasıdır. Olayın üzerinden yıllar geçse bile, tetikleyici herhangi bir durumla karşılaşıldığında geçmiş, kontrolsüz bir şekilde bugüne taşınır ve o anın duygusal yükü tekrar yaşanır. Bu nedenle travmalarımızı anlamak, yalnızca tanımları bilmekle yeterli değildir; yaşamın farklı dönemlerinde ve farklı biçimlerinde nasıl varlığını sürdürebildiğini kavramayı da gerektirir.
Travma, beynin ve sinir sisteminin işleyişini yeniden biçimlendirir; bu durum yalnızca psikolojik bir süreç değil, aynı zamanda biyolojik, kimyasal ve yapısal düzeyde de kendini gösterir. Bessel van der Kolk, travmanın beynin üç ana bölgesini derinden etkilediğini ve hem düşüncelerimizi hem de bedensel tepkilerimizi dönüştürdüğünü belirtir.
Alarm butonu olarak bilinen amigdala, tehlikeyi algıladığında vücudu hızla harekete geçirir. Travma sırasında, sürekli “tehlike var” sinyali üretirken, travma sonrası bu sistem daha duyarlı bir hâle gelir. Geçmiş yaşantıları bugüne taşıyan amigdala, hiçbir sebep yokken yoğun korku, panik ve tetikte olma hâliyle yaşayabilir. Yıllar önce deprem yaşamış birinin hafif bir sarsıntıda paniklemesi, amigdalanın geçmişteki tehlike sinyallerini bugüne aktarmasından kaynaklanır. Bu, “Beyin, hayatta kalma işlevini sürdürmek için bizi koruyor.” mesajını verse de, bireyin günlük hayatı zorlaştıran bir durumdur. Hipokampus ise, yaşadığımız durumların bağlamını yapabilmek için, nerede ve ne zaman olduğunu kaydeden beynin hafıza merkezidir. Yapılan araştırmalara bakıldığında, travma sonrasında hipokampusun hacminde küçülme görüldüğü ortaya çıkmıştır. Bu küçülme, olayların nerede ve ne zaman yaşandığını net bir şekilde hatırlamayı zorlaştırır. Bu nedenle travmaya bağlı anılar parçalı, kopuk ve duygusal yoğunluğu yüksek şekilde gelir; çoğu zaman da mantıksal bir sıralama izlemez, hatta bazı kısımlar boşlukta kalır. Çocukluk yıllarında ihmal, istismar, şiddet gibi yaşantılara maruz kalmış birey, olayların detaylarından ziyade belli sahneleri, bir davranışı ya da bir duyguyu zihninde canlandırır. Bu şekildeki bir etki düzeyi geçmişi anlamlandırmayı güçleştirerek, zamansız bir şekilde bugüne ulaşır. Beynin diğer bölgesi olan prefrontal korteks ise, beynin yönetici merkezi olarak, duyguları düzenleyen ve mantıklı kararlar almamızı sağlayan bölgesidir. Yine yapılan araştırmalara bakıldığında, travma sonrası bu bölgenin etkinliğinin azaldığı görülmüştür. Bu azalma, mantıklı değerlendirmeyi bastırdığı için duygusal tepkilerin daha belirgin şekilde ortaya çıkmasına sebep olur. Birey, “tehlike yok” diye bilse bile bedeni “savaş ya da kaç” mesajını verir. Bu durum, günlük yaşamda daha çok şu şekilde ortaya çıkar: Birey tetikleyici durum karşısında, mantıklı düşünebilme kapasitesini yitirir, kalbi hızla çarpar, nefes alışverişi hızlanır ve duygusal tepkilerini kontrol etmekte zorlanır. Beynin yönetici kısmı geri çekilirken, hayatta kalma kısmı ne yazık ki yönetimi ele geçirir.
Beynin üç ana bölgesi olan amigdala, hipokampus ve prefrontal korteks, bir orkestranın farklı enstrümanları gibi uyum içinde çalıştığı zaman beynimiz hem gelebilecek tehlikeyi fark eder hem de mantıklı tepkiler verebilir. Travma ise bu uyum içinde olan orkestranın dengesini bozar. Amigdala, sürekli alarm butonuna basar; hipokampus, olayların birbiri ile olan bağlamını kaydetmekte zorlanır; prefrontal korteks ise mantıklı düşünebilme kapasitesini yitirerek geri planda kalır. Sonuç olarak birey, bugünün güvenli ortamında geçmişteki tehlikeyi tekrar yaşar. İşte bu yüzden, travma sadece bir anı değil; nörobiyolojik bir kod, bedensel bir hafıza ve ruhsal bir hatırlatmadır.
Travma yalnızca beynin biyolojik etkileriyle sınırlı değildir; bedenin fizyolojik, duygusal ve sinirsel hafızasında da kendini ifade eder. Ancak bu ifade çoğu zaman sessiz olur ve doğrudan travma olarak tanımlanamaz. Birey, geçmiş yaşantısının bugüne taşınmasından kaynaklanan bedensel sorunları farklı nedenlere bağlayabilir, hatta yıllarca yanlış teşhisle farklı tedavi yöntemlerine bile başvurabilir. Oysa beden, yaşanan travmanın hafızasını kaslarda, organlarda ve sinir sisteminde, yani bedenin herhangi bir bölgesinde saklar.
Kronikleşen baş, boyun ve sırt ağrıları, bazen bedensel bozukluklardan değil; yıllar önce yaşanmış ama tamamlanmamış “savaş ya da kaç” mesajının mantıklı düşünebilme kapasitesini yitirilmesinden kaynaklanabilir. Omuzlarda oluşan bir yük, geçmişteki korku, belirsizlik ve çaresizlik anlarının bedende donup kalmış hâli olabilir. Sindirim problemleri ve mide spazmları, çoğu zaman uzmanlar tarafından stresle ilişkilendirilir, ama travma sırasında aktive olan otonom sinir sisteminin uzun süreli dengesizliğinden dolayı ortaya çıkabilir.Uyku bozuklukları, travma sonrasında sıklıkla yalnızca kâbuslar veya yeniden yaşantılamadan ibaret olarak ortaya çıkmaz. Bireyin gece bile tetikte kalarak hareket etmesi; en ufak ses ya da hareketin derin uykuyu bozması şeklinde de görülebilir. Dermatolojik sorunlar da travmanın bedendeki yankılarından biridir. Bağışıklık sistemi, sürekli yüksek alarm halinde olduğunda enflamasyon düzeyi normalleşmekte zorlanır; bu durum egzama, sedef gibi dermatolojik sorunlara zemin hazırlar.
Western Üniversitesi Psikiyatri Bölümünden Prof. Dr. Ruth Lanius ve Doç. Dr. Paul Frewen’in araştırmaları, travma sonrası sinir sisteminin yüksek alarm modunun uzun süre devam edebildiğini ortaya koymaktadır. Bu durumun yalnızca kaslarda veya organlarda değil, bağışıklık sisteminde de kalıcı etkiler bıraktığı öne sürülmektedir. Beden, sürekli bir “savaş ya da kaç” hâli içinde kaynaklarını tüketir; bu da bireyde yorgunluk, hastalıklara yatkınlık ve kronik ağrılar şeklinde kendini gösterebilir. Birçok kişi, yıllarca kas ağrısı, mide şikâyeti, sindirim problemleri, uyku problemi ya da dermatolojik sorunları için farklı tedaviler denedikten sonra, bu belirtilerin travmatik kökenli olabileceğini terapi sürecinde fark edebilir. Çünkü travmanın dili bazen kelimeler değil, bedensel tepkiler olarak kendini gösterir.
Travma hakkında toplumda yaygın olarak kabul edilen ama gerçeği yansıtmayan pek çok bilgi mevcuttur. En çok ifade edilen yanlış inanışlardan biri, “Zaman her şeyi iyileştirir.” sözüdür. Oysa zaman, tek başına bir iyileştirici değildir; bastırılmış anılar, travmanın etkilerinin sona erdiği izlenimini verse de, bu anılar yıllar sonra çoğu zaman daha şiddetli semptomlarla geri dönebilir.Benzer şekilde, travmanın yalnızca büyük ve dramatik olaylar sonrası var olduğuna inanılır, ancak mikro düzeyde ama tekrarlayan duygusal düzenleme işlevlerini zayıflatarak, ruhun derinliklerinde ve zihinsel süreçlerde benzer bir yıkıcı etki yaratabilir. Bir çocuğun yaptığı çoğu şeyin küçümsenmesi, yetişkinlikte kökleşmiş bir değersizlik hissine sebep olabilir. Çoğu kişi, “Nasıl unuturum?” sorusunun cevabını bulmanın travmanın olumsuz etkilerini ortadan kaldıracağına inanır; hâlbuki unutmak, iyileşmek değil; travma yaşantısının bastırılıp, zamanla tetiklenmeye hazır hâlde beklemesi anlamına gelir. Travma yaşayan herkesin Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) geliştireceği de doğru bir bilgi değildir; travmanın süresi, şiddeti, kişilik özellikleri, olayın tekrarlayıcı niteliği, bireysel dayanıklılık, sosyal destek ve baş etme becerileri, travmanın yaşam üzerindeki etkisini belirler. Bununla birlikte, travmanın sadece olay anında etkili olduğu yanılgısı yaygındır; oysa çoğu travmanın etkileri yıllar sonra ortaya çıkar. Bazı insanlar, travmayı hatırlamanın ya da hatırlatmanın her zaman kötü olduğuna inanır; hâlbuki güvenli bir terapötik ortamda geçmişle yüzleşmek, iyileşme sürecinin temel ve önemli adımlarındandır. Travma yaşayan kişinin olumsuz sonuçlarla baş edememesinden kaynaklı ortaya çıkan “Güçlü olsaydı etkilenmezdi.” düşüncesi de gerçeği yansıtmaz. Travma, sadece kişilik özellikleri veya güçle alakalı değil, sinir sisteminin olağanüstü stres durumuyla baş edememesinin bir sonucudur. Ayrıca “Çocuklar yaşananları çabuk unutur.”, “Çocuklar anlamaz.” inançları da yanlıştır; çocuklar detayları unutsa bile duygusal izleri ve bedensel hafızayı yetişkinlik dönemine, hatta travmayı tetikleyici bir durum ile karşı karşıya kalana kadar taşırlar. Travmanın yalnızca bireysel bir durum olduğu da doğru bir bilgi değildir; savaş, göç veya kitlesel felaketler gibi olaylar toplumsal hafızada yer eder ve kuşaklar boyunca etkisini sürdüren kolektif yaralar haline gelir. Son olarak, neredeyse bütün toplumlarda travmayı konuşmamanın onu unutturacağı inancı yaygındır; oysa sessizlik, hiçbir şeyi ortadan kaldırmaz, aksine kişinin yalnızlık ve anlaşılmama duygusunu derinleştirir.
Pek çok danışanla yürüttüğüm terapötik süreçlerde, travmanın yalnızca zihinde değil, bedende ve ilişkilerde de derin izler bıraktığını defalarca gözlemledim. Görüşmelerde paylaşılan öyküler, yalnızca kelimelerle değil; beden dili, nefes ritmi, ses tonundaki titreme ve aniden gelen ağlama ile de bireyin geçmişte yaşadığı olumsuz durumların, arka planda olmasına rağmen bugünü nasıl etkilediğini görünür kılmaktaydı.
Bazı danışanlar, yaşadıklarıyla ilgili net bir hikâye paylaşamasalar da bedenlerinin, yaşanan durumu onlar adına hatırlamaya devam ettiğini zamanla fark edebildi. Kimisi bir türlü anlam veremediği fiziksel tepkilerle; kimisi ise bugünkü ilişkilerinde tekrar eden hatalardan kaynaklanan nedenlerle sürece başlamak ister.Bu süreçler bana, travmanın sağaltımında öncelikli adımın, onun zihinsel süreçlerde ve bedensel hafızada bıraktığı etkileri doğru biçimde değerlendirebilmek olduğunu gösterdi.Bu değerlendirme sürecini anlatacağım birçok durum elbette var; ancak bazı bireylerde bedende ve zihinde varlığını sürdüren anıların nasıl yeniden yüzeye çıkabildiğini çok daha açık bir şekilde gösteren örnekler de bulunuyor.
“Değerli değilim.” inancı ile çalışmaya başladığım bir danışanım, yıllardır sebebi bulunamayan sırt ağrıları nedeniyle görüşmeler boyunca sık sık pozisyon değiştirmek zorunda kalıyor, bu da süreci zorlaştırıyordu. Nasıl hissettiğini sorduğumda; fizik tedavi, ilaçlar ve çeşitli egzersizlerin kısa süreli rahatlama sağladığını, ancak ağrının her defasında tekrar başladığını anlattı. Terapi sürecinde, çocukluğunda aile bireylerinden birinin öfke kontrol sorunları hakkında konuşurken; öfke patlamasının yaşandığı sırada odasının köşesine çekilip o anlar geçene kadar kıpırdamadan oturduğunu ifade etti. Ayrıca o anlarda, bedeninin donmuş, kaslarının kilitlenmiş gibi olduğunu da ifade etti. Bu yaşantının, travmatik bir durum olarak bugüne yansıması sebebiyle sırt ağrılarının psikosomatik bir belirti olarak ortaya çıkabileceğine dair ihtimalleri notlarıma aldım. Görüşmeler ilerledikçe, benzer bir duygusal tehdit algıladığında vücudunun aynı kasılma tepkisini verdiği ve bu durumun kronik ağrıyı beslediği gözlemlendi. Ağrının yalnızca fiziksel değil, duygusal kökeni de fark edildiğinde süreç tabii ki bambaşka bir boyut kazandı. Bir danışanım, çocuklukta ailesinin ihmalkâr tutumu nedeniyle sürekli huzursuz bir ruh hâli içinde olduğu için terapi sürecine başladı. Yetişkinlik döneminde yoğun iş stresi ve özellikle ilişkilerdeki güvensizlik, cildinde yaygın kızarıklıklar ve kaşıntılar şeklinde kendini gösteriyordu. Dermatolojik tedaviler yalnızca geçici sonuç sağlıyor; duygusal tetikleyiciler ortadan kalkmadıkça şikâyetler yeniden ortaya çıkıyordu. Terapi süreci, bireyin hem stres kaynaklarını tanımasına hem de bedeninin verdiği tepkileri anlamlandırmasına yardımcı oldu. Bir danışanım, depreme uykuda yakalanmıştı. O günden sonra, özellikle geceleri en ufak titreşim, kapı çarpması ya da gürültü de “Deprem oluyor.” düşüncesi tetikleniyor ve yoğun panik tepkilerinin yaşanmasına yol açıyordu. Ancak bu uyarıcıların çoğu depremle ilgili değildi. Sinir sistemi hâlâ yüksek alarm hâlinde olduğu için, gerçek tehlike ortada olmasa da kalp çarpıntısı, nefes darlığı ve yoğun panik hissi yaşıyordu. Terapi sürecinde, bu tepkilerin geçmişteki hayatta kalma tepkilerinin kalıntıları olduğu anlaşıldı.
Travma sonrası işlevselliğin yeniden kazanılması, travmayı yok saymakla değil; öncelikle onu anlamlandırmak ve yüzleşmekle başlar. Bu yüzleşme, bazen travmanın kendisinden daha yoğun duygular barındırabilir; ancak en büyük dönüşümler, çoğunlukla zorlu farkındalıkların ardından ortaya çıkar. Güvenli bir terapötik ortamda geçmişin bugüne etkilerini görmek, travma tetikleyicilerini tanımak ve bedende sıkışıp kalmış duygusal tepkileri serbest bırakmak, yaşamın gidişatını köklü biçimde değiştirebilir. Sonuçta travma, başlı başına hayatımızı şekillendiren bir gerçektir; ancak kim olduğumuzu bütünüyle belirlemek zorunda değildir. Onu anlamak, bize kendimizi tekrar tanıma fırsatını sunar. Ve şunu hatırlatır: Yaşananları değiştiremeyiz, fakat yaşanılanların bugüne olan etkilerinden kaynaklanan olumsuz durumlarla kurduğumuz ilişkiyi değiştirebiliriz.
“İnsan bazen hatırlamadığını sandığı şeylerle yaşar.”
– Judith Lewis Herman