Lavinya Dergisi
HER ŞEY AYNI GİBİ: TEKRARLAYAN GÜNLERİN PSİKOLOJİK ETKİSİ
Başak TOHUMCU
İnsanın iç dünyasını anlamak psikolojinin bilimsel misyonudur; o dünyayı ifade edilebilir kılmak ise yazının anlatı gücüdür.
Sabah aynı alarm sesiyle uyanmak ya da uyanmamak için direnç göstermek… Uyanıp telefon ekranından saate bakmak, mutfağa gidip her gün kullandığımız o tanıdık kahve fincanını elimize almak… Ardından aynı yolu kullanarak arabayla işe gitmek ya da aynı durakta aynı otobüsü beklemek, yüzlerine aşina olduğumuz ama adlarını bilmediğimiz insanlarla yan yana durmak… Gün içindeki bunlara benzer küçük tekrarlar, bazen güven veren bir öngörünün içinde, bazen de ait olmadığımız bir döngünün parçası gibi hissettirebilir. Bazı insanlar bu düzenin öngörülebilirliğinden güç alırken; bazıları için bu döngü, yaşamın tekdüzeliğini daha da görünür kılarak içsel bir hapsolmuşluk hissini derinleştirebilir. Günler, aylar, yıllar geçse de; mevsimler değişse de hisler aynı kalmaya devam eder. Bu kısımda, düşünce ile duygunun iç içe geçtiği “her şey aynı gibi” inancı, geçici bir ruh hali olarak değil; zihinsel, duygusal ve bedensel sağlığımız üzerinde uzun vadeli etkiler bırakabilen derin bir psikolojik olgu haline gelir.
Psikolojinin öncü isimlerinden William James, alışkanlıkların zihnimizi bir makine gibi çalıştırabildiğini ifade eder. Bu mekanizmanın hem faydalı hem de riskli yanlarına dikkat çeker. James’e göre rutinlerimiz, bizi her gün defalarca karar vermenin getirdiği zihinsel yükten kurtarır, hayatın akışını sorunsuz şekilde devam ettirmemizi sağlar; ancak bu otomatikleşme süreci farkındalığımızı zamanla köreltebilir. John B. Watson ve B. F. Skinner gibi davranışçı psikologlar, tekrarların öğrenme üzerindeki olumlu etkisini vurgularken; Psikiyatrist Carl Gustav Jung, doğrudan “psişik durağanlık” ifadesini kullanmasa da, ruhsal enerjinin akışının kesilmesiyle bireyin içsel gelişiminde ortaya çıkan tıkanmaları aşırı tekrarın engelleyici etkisiyle ilişkilendirir. Modern nörobilim araştırmaları da, tekrarlayan yaşam biçimlerinin beynin plastisite kapasitesini sınırlayarak yeni sinaptik bağlantıların oluşumunu zorlaştırabildiğini; bu durumun da yaratıcılık, problem çözme becerisi ve motivasyon üzerinde doğrudan bir etki yarattığını ortaya koyar. Bazen bu tekrar, travma sonrası gelişen bilinçdışı döngülerle de ortaya çıkar. Avusturyalı nörolog ve psikanalizin kurucusu Sigmund Freud’un tanımladığı “tekrar zorlantısı”, geçmişteki olumsuz deneyimlerin benzer biçimlerde yeniden sahnelenmesine neden olur ve kişiyi aynı deneyimleri farklı ilişkilerde ve bağlamlarda tekrar etmeye yönlendirir. Bu noktada, tekrarlayan günler yalnızca bir alışkanlık değil, bazen de geçmişin gölgesinde varlığını sürdüren bir hayatın yansıması halini alır. Son yıllarda yapılan araştırmalar, monotonluk hissinin yalnızca zihinsel değil, bedensel sonuçları da olduğunu ortaya koyuyor. Dopamin salınımındaki azalma zamanla heyecan duygusunun yitirilmesine; kortizol düzeyindeki artış ise kronik stresin yerleşmesine neden olabiliyor.
“Her şey aynı gibi” inancı yalnızca günlük hayatımızda değil, ilişkilerimizde de görülür. Aynı tartışmaları defalarca yaşayan çiftler, aynı rol kalıplarını tekrar eden aileler ya da aynı sosyal döngüde kalan bireyler farkında olmadan kendi hayatlarının bir tekrarlama sahnesinde yer alır. Dolayısıyla bu inanç yalnızca sıradanlıkla ilgili değildir; beynin işleyişinden, duygusal bağlanma stillerine, travma etkilerinden toplumsal alışkanlıklara kadar çok boyutlu bir psikolojik sürecin kapısını aralar.
Hayatın öngörülemeyen karmaşasında rutinlerimiz çoğu zaman bir sığınak işlevi görür. Özellikle belirsizlik ve kriz dönemlerinde, alışılagelmiş düzen zihnin istikrar arayışına yanıt verir. Psikolojide “duygusal tampon” etkisi olarak da ifade edilen bu durum, ritüellerin sağladığı güven duygusuyla ilişkilidir. Sabah kalkınca içilen bir fincan kahve, işe giderken dinlenen aynı müzik listesi ya da akşam yemeğinde aileyle masaya oturma alışkanlığı tehdit algısını azaltır ve stresi düşürür.
Psikiyatrist John Bowlby’nin bağlanma teorisi, öngörülebilir durumların bireyin güven duygusunu pekiştirdiğini ortaya çıkarıyor. Güvenli bağlanan çocukların, yetişkinlikte de benzer şekilde düzenli yaşamdan güç aldıkları ifade eder. Bu yüzden çoğu kişi, özellikle kriz dönemlerinde rutinlerine daha sıkı sarılır. Çünkü tanıdık alışkanlıklar, belirsizliğin yarattığı kaygıyı azaltır ve kişiye yeniden kontrol hissi verir. Kriz sonrasında ise, bireylerin mümkün olduğunca hızlı şekilde eski düzenlerine dönmelerinin önemi vurgulanır. Bu doğrultuda psikolojik ilk yardım uygulamaları, destekleyici danışmanlık görüşmeleri ve sosyal destek mekanizmaları devreye sokularak kişilerin hayatın olağan akışına yeniden uyum sağlamaları hedeflenir.
Bu güvenli alan esnekliğini yitirdiğinde birçok psikolojik risk ortaya çıkar. Yani rutinler değişmez birer zorunluluğa dönüştüğünde kişi, kendi hayatının ritmini değil; bu ritmin tutsağı haline gelir. Her gün aynı şeyleri yapmanın verdiği güven, zamanla monotonluk ve anlam yitimine dönüşebilir. Özellikle yenilik arayışına yatkın, yüksek merak düzeyine sahip bireylerde bu durum, motivasyon kaybı ve yaratıcı üretimin azalmasıyla sonuçlanabilir. Bilişsel esneklik, beynin farklı durumlar karşısında yeni stratejiler geliştirebilme yeteneği ile ilgilidir. Bu durum öğrenme, problem çözme ve yaratıcı düşünce için hayati bir beceridir. Gelişim psikologu Jean Piaget’nin bilişsel gelişim evreleri kuramı, yeni deneyimlerin zihinsel şemalarımızı zenginleştirdiğini gösterir. Eğitim psikoloğu ve sosyal gelişim kuramcısı Lev Vygotsky ise öğrenmenin sosyal etkileşim ve çevresel çeşitlilikle beslendiğini vurgular.
Monoton yaşam biçimi, bu çeşitliliği kısıtlayarak beynin yeni sinaptik bağlantılar kurma kapasitesini zamanla azaltır. Nörobilim araştırmaları, sürekli aynı uyaranlara maruz kalan beynin, uyaran çeşitliliğine alışmış bir beyne kıyasla daha düşük sinirsel plastisite gösterdiğini ortaya koymuştur. Bu durum yalnızca yaratıcılığı değil, duygusal esnekliği de olumsuz etkiler; kişi değişen şartlara uyum sağlamakta zorlanır. Pratikte bu, basit bir örnekle şöyle görülebilir: Uzun yıllar aynı işi yapan bir kişi, işyerinde ufak bir değişiklik olduğunda bile rahatsızlık ve huzursuzluk duyabildiği gibi, kaygı veya öfke duygularını da yoğun şekilde yaşayabilir. Çünkü beyin, değişime dair esnek tepkiler geliştirme pratiğini zamanla kaybettiği için, yenilikçi yaklaşımla karşı karşıya kalındığında kontrolü kaybetmiş gibi hissedebilir.
Bilişsel esnekliğin azalması yalnızca zihinsel tükenmişliğe değil, dolaylı olarak bedensel yorgunluğa da yol açar. 2018 yılında Smith ve arkadaşlarının işyerinde tekrarlayan görevlerle ilgili çalışmasında, katılımcıların gün sonunda yalnızca fiziksel değil, zihinsel olarak da tükenmiş hissettikleri görülmüştür. İlginç olan, bu yorgunluğun dinlenmeyle tam olarak geçmemesidir; çünkü sorun doğrudan kaslarda değil, zihnin kendisini sürekli aynı döngüye kapatmasında yatar. 2020 yılında Psikiyatrist Allan N. Schore ve araştırmacı Kaiser tarafından yapılan bir çalışmada, tekrarlayıcı görevlerde çalışan katılımcıların beyinlerinde alfa ritmi etkinliğinde artış tespit edilmiştir. Bu artış, kişinin uyanık olmasına rağmen dikkat düzeyinin düşük olduğu bir zihinsel duruma işaret etmektedir. Araştırmacılar, bu tür bir bilişsel süreç dalgalanmasının üretkenliği ve öğrenme kapasitesini azalttığını, ayrıca bireylerin karmaşık görevlerde hata yapma olasılıklarını artırdığını ortaya koymuştur.
Tekrarlayan günlük yaşam biçimleri, yalnızca alışkanlık düzeyinde kalmaz; zamanla bilişsel işlevlerden motivasyona, karar verme süreçlerine kadar geniş bir çerçeve üzerinde etkili olur. 2017 yılında Cambridge Üniversitesi’nde yürütülen bir deneyde Harrison ve arkadaşları, katılımcıları iki gruba ayırdı. Bir grup her gün farklı görevlerle karşı karşıya bırakılırken, diğer grup üç hafta boyunca her gün aynı görevleri tekrar etti. Çalışmanın sonunda, aynı görevleri tekrar eden ikinci gruptaki kişilerin dopamin salınımının %18 oranında azaldığı tespit edildi. Bu azalma, ödül beklentisi ve merak duygusunun baskılanmasıyla birlikte yeni deneyimlere olan ilgiyi düşürdü. Ayrıca, tekrar eden görevlerin kişilerde ‘düşük düzeyli huzur’ hissini ortaya çıkardığı, ancak bu durumun uzun vadede motivasyon kaybına yol açtığı da rapor edildi. Dolayısıyla düzenli tekrar kısa süreli rahatlık sağlasa da uzun vadede yenilik arayışını olumsuz etkiler. 2021 yılında Toronto Üniversitesi’nde Nguyen & Patterson tarafından yapılan bir çalışmada, otomatikleşmiş kararlar alan bireylerin beklenmedik durumlar karşısında verdikleri tepkiler incelendi. Sonuçlar, tekrarlayıcı karar yoğunluğu yüksek olan katılımcıların yeni durumlarda karar alma hızının %35 daha yavaş olduğunu gösterdi. Elektroensefalografi (EEG) ölçümleri, bu kişilerin beyninde prefrontal korteks aktivasyonunun daha düşük olduğunu ortaya koydu. Bu bulgu, bilişsel esnekliğin monotonlukla nasıl doğrudan ilişkili olduğunu desteklemektedir.
2020 yılında Sosyal Psikolog Prof. Dr. David G. Myers’ın Stanford Üniversitesi’nde 2.000 kişiyle yaptığı araştırma, alarmı erteleme davranışının yalnızca uyku kalitesiyle değil, günlük hayata dair daha geniş psikolojik eğilimlerle bağlantılı olduğunu ortaya koymuştur. Bulgulara göre, bu alışkanlığa sahip bireyler gece uykularında daha fazla bölünme yaşamakta ve sabah uyandıklarında zihinsel bulanıklıkla güne başlamaktadır. Ayrıca erteleme davranışının, yüksek rutin bağımlılığı ve değişime karşı dirençle güçlü bir bağlantısı olduğu bulunmuş; bu kişiler gün içinde planlananın dışında bir görevle karşılaştıklarında daha az esneklik göstermiştir. Sosyal açıdan bakıldığında ise, alarmı erteleyen katılımcıların yeni insanlarla tanışmalara ve sosyal girişimlere daha az açık oldukları, daha az etkileşim başlattıkları görülmüştür. Fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme (fMRI) incelemeleri, bu davranışa yatkın kişilerde prefrontal korteks ve ödül sistemi arasında bağlantı zayıflığı olduğunu, bunun da sabah uyanma aşamasında harekete geçme motivasyonunu baskıladığını göstermektedir. Ayrıca ‘tek alarm kuralı’ uygulayan katılımcıların üç hafta sonunda sabah enerjilerinde ve görev tamamlama oranlarında anlamlı artış olduğu belirlenmiş, bu da küçük davranışsal değişikliklerin bile güne başlama motivasyonu üzerinde büyük etki yaratabileceğini ortaya koymuştur.
Kaliforniya Üniversitesi, Los Angeles’ta (UCLA) 2022 yılında Dr. López ve Dr. Greene tarafından yapılan bir fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme (fMRI) çalışması, tekrarlayan günlük aktivitelerin beynin varsayılan mod ağı üzerindeki etkisini inceledi. Günlük tekrarları fazla olan bireylerde, bu ağın sürekli aktif olduğu ve bunun da zamanın daha hızlı geçtiği algısına sebep olduğu sonucuna ulaşıldı. Bu kişiler, bir haftalık süreyi gerçekte olduğundan daha kısa hissetme eğilimi gösterdi.
Psikanalist Dr. Karen Horney, bireyin çözülmemiş içsel çatışmalarının onu güvenli fakat kısıtlayıcı bir ‘konfor alanında’ tutabileceğini vurgular. Bu alan, bilinenin rahatlığıyla güven duygusu sağlasa da bireyin gelişim olasılıklarını sınırlar. Değişimden kaçmak kısa vadede belirsizlik kaynaklı kaygı ve stresi azaltabilir; ancak bu kaçış uzun vadede bireyin psikolojik esnekliğini zayıflatır, yaşam kalitesini düşürür ve kendilik algısını daraltır.
Bilişsel-davranışçı terapi (BDT) perspektifinden bakıldığında, değişimden kaçınma davranışı genellikle öğrenilmiş kaçınma ile açıklanır. Yani birey, geçmişte zorlayıcı bir deneyim yaşadığında benzer bir durumdan kaçınarak kısa süreli bir rahatlama hisseder. Bu rahatlama her tekrarında pekiştikçe kişi yeni deneyimlerden uzak durmaya başlar. Ancak bu mekanizma uzun vadede öğrenilmiş çaresizlik ve düşük öz-yeterlik algısına yol açar.
DSM-5: Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı’nda değişime direnç göstermek doğrudan bir tanı olarak yer almasa da, Majör Depresif Bozukluk, Yaygın Anksiyete Bozukluğu ve ICD-11’de yer alan Tükenmişlik Sendromu gibi durumların semptom profillerinde sıklıkla görülür. Depresif bireylerde değişim, çaba gerektirdiğinden tehdit olarak algılanabilir; anksiyete bozukluğu olan bireylerde ise değişim, kontrolü kaybetme olasılığı nedeniyle korku duygusunu tetikleyebilir. 2020’de Psikolog Dr. Smith ve Psikiyatrist Dr. Delgado tarafından yayımlanan bir meta-analiz, değişime yüksek direnç gösteren bireylerin beş yıl içinde yaşam doyumlarının belirgin biçimde düştüğünü ve kaygı düzeylerinin arttığını ortaya koymuştur. Ayrıca, hayatına küçük ölçekli dahi yenilik katabilen bireylerin hem ruhsal hem de bilişsel sağlık açısından daha dayanıklı oldukları vurgulanmıştır.
Sahada farklı kurum ve sektörlerde yaptığım gözlemler, özellikle iş hayatındaki monotonluğun ve tekrarlayan görevlerin çalışanların ruhsal ve bilişsel durumlarını derinden etkilediğini açıkça ortaya koyuyor. İş hayatında sıklıkla karşılaştığım durumlardan biri, sabah işe gelen çalışanların henüz günün başında dahi yorgun, uykusuz, bitkin ve isteksiz olmalarıdır. Çoğu çalışan işe başlamadan, ellerinde kahve kupalarıyla masalarına oturur, bilgisayarlarını açar ve bir süre ekrana boş boş bakar. Yüzlerindeki ifade yalnızca fiziksel yorgunluğu değil, zihinsel tükenmişliği de ele verir.
Bu durum, iş ortamlarının yıllardır değişmeyen görev tanımları, rutin toplantıları, tekrar eden raporları ve benzer gündemlerle dolu olmasıyla ilişkilendirilebilir. Dışarıdan bakıldığında bu düzen ‘sistem düzenli işleyişini sürdürüyor’ gibi görünse de, çalışanlar için zamanla anlamını yitiren bir otomatik pilota dönüşmektedir. Günler, birbirinin üzerine eklenen kopyalar gibi yaşanır. Yaz aylarında bazı meslek gruplarında bu tablo daha da belirginleşerek günlerin birbirine iyice benzemesine yol açar.
Böyle ortamlarda çalışanların yeni fikir üretme motivasyonunun azaldığını, yenilik önerilerine kapalı hâle geldiklerini ve yaratıcılık gerektiren işlerde zorlandıklarını sıkça gözlemliyorum. Öyle ki, küçük bir yenilik karşısında bile olumsuz tepkiler ortaya çıkabiliyor. Özellikle uzun yıllardır aynı pozisyonda ve benzer görevlerde çalışan kişilerde bilişsel esnekliklerinin azaldığı; küçük değişiklikler karşısında dahi huzursuzluk, kaygı ya da direnç geliştirdikleri görülebiliyor.
Oysa iş ortamına küçük yenilikler katmak —örneğin toplantı formatını değiştirmek, ekip içi görev dağılımında rotasyon yapmak ya da farklı departmanlarla ortak projeler yürütmek— hem bireysel motivasyonu hem de kurumsal verimliliği artırabiliyor. Ancak bu adımlar atılmadığında, tekrarlayan iş döngüsü yalnızca bireyin psikolojik sağlığını değil, kurumun gelişim potansiyelini de sınırlandırıyor. Bu durum, zamanla en üstten en alta kadar normalleştirilerek olması gerekenden çok daha rutin bir hâle geliyor. Günler ve içerikleri aynı oldukça, ‘Her şey aynı gibi’ inancı da kaçınılmaz hâle geliyor.
Unutmamak gerekir ki değişim her zaman devrim niteliğinde olmak zorunda değildir; bazen hayatı değiştirmek, büyük adımlar atmak ya da köklü kararlar vermek değil, aynı güne farklı bir gözle bakabilmektir. Kimi zaman sabah kahvesini farklı bir yerde içmek, işe giderken alışılmış güzergâh yerine başka bir yoldan yürümek ya da günün içindeki küçük ayrıntılara daha dikkatli bakmak bile zihinde yeni alanlar açabilir. Çünkü asıl değişim, dış dünyada gerçekleşen büyük olaylardan çok, iç dünyamıza farklı bir bakış açısıyla yönelmemizle başlar. Dünyayı algılama biçimimizi değiştirdiğimizde, aynı gün aynı şekilde yaşansa bile, artık o günün içinden bambaşka bir anlam çıkarabiliriz.
“Hep aynı şeyi yaparsan, hep aynı sonucu alırsın.”
— Albert Einstein