Lavinya Dergisi
BÜYÜRKEN KAYBOLAN PARÇALAR: KÜÇÜKKEN BÜYÜK OLAN ŞEYLER NEDEN KÜÇÜLDÜ?
Başak TOHUMCU
İnsanın iç dünyasını anlamak psikolojinin bilimsel misyonudur; o dünyayı ifade edilebilir kılmak ise yazının anlatı gücüdür.
Çocukken gözümüze büyük gelen şeylerin, büyüdükçe nasıl küçüldüğünü hiç fark ettiniz mi? Bir balonun ipini kaçırmamak için sokak boyunca koşarken hissettiğimiz telaş, bugün kargoyla gelen büyük bir paketin yırtılması kadar bile heyecan yaratmıyor. Zaman, yalnızca bedenimizi büyütmekle kalmıyor; hayallerimizi, heyecanlarımızı ve inançlarımızı da küçültüyor. Ancak bu küçülme, her zaman doğal bir olgunlaşma sürecinin sonucu değildir; yaşantıların ağırlıkları, sorumlulukların baskısı ve sürekli “gerçekçi ol” diyen seslerin varlığı, çocukken inatla koruduğumuz o “heyecan” duygusunu sessiz bir yok oluşla içimizde kabullenişe dönüştürüyor.
Kişisel gelişim alanındaki uzmanlar, bu fark edilmeyen dönüşümü farklı açılardan değerlendirmiştir. Liderlik ve zaman yönetimi alanında yazar ve eğitimci Stephen R. Covey, bireylerin hayatın değerler pusulasını kaybettiklerinde, çocukluk döneminde net bir şekilde ifade edilen hedeflerin yavaş yavaş belirsizleştiğini belirtir. Yaşam koçu ve strateji danışmanı Tony Robbins, insanların hayallerini terk etmesinin en yaygın nedenlerinden birinin, kısa vadede anlam arayışı ile uzun vadeli hedefler arasındaki bağın zayıflaması olduğunu belirtir. Liderlik uzmanı ve yazar Robin Sharma, çocukluk döneminde gerçekleştirilen bilinçli eylemlerin yaratıcılık ve üretkenliğin korunması için hayati bir öneme sahip olduğunu vurgular. Kişisel gelişim yazarı Brian Tracy, somut hedeflerin yazıya aktarılmasının içsel motivasyonu anlamlı şekilde artırdığını gösteren araştırmalara atıfta bulunur. Araştırmacı ve yazar Brené Brown, özellikle ergenlik ve genç yetişkinlik döneminde kırılganlık ve utanç duygularına karşı geliştirilen korkunun bireyleri risk almaktan alıkoyduğunu; bunun da çocukluk döneminde kurulan hayallerden uzaklaşmaya neden olduğunu vurgular.
Psikolog Daniel Goleman, erken yaşta duygusal zekası gelişmiş bireylerin yaşam boyu devam etmek konusunda daha dirençli olduklarını ve hayallerinden daha az vazgeçtiklerini söyler. Yazar James Clear, çocukluk döneminde kazanılan düzenli alışkanlıkların, ergenlik ve yetişkinlikte hayallerimizi koruyup koruyamayacağımızı belirleyen kritik bir rol oynadığını vurgular. Psikoloji alanında ise bu konuyu doğrudan ele alan önemli isimlerden biri Klinik psikolog ve pozitif psikolojinin kurucularından Martin E. P. Seligman’dır. Seligman’ın “öğrenilmiş çaresizlik” kuramı, bireylerin tekrar eden başarısızlık deneyimleri veya hedeflerinin engellenmesi sonucu, zamanla mücadele etmeyi bıraktığını ve var olan hedeflerinden vazgeçtiğini ortaya koyar. Bu da bize çocukluk dönemindeki hayallerin giderek yok olmasına dair bilimsel bir açıklama sunar. Gelişim psikoloğu Jean Piaget, çocukluk döneminin dünyayı keşfetmek için en aktif ve yaratıcı dönem olduğunu vurgular. Bu dönemde sembolik düşünme ve hayal gücü becerileri yoğun şekilde kullanılır; hayal kurmak ise zamanla zihinsel bir egzersiz haline gelir. Piaget, sembolik oyun kavramıyla çocuğun gerçeklik ve kurgu arasında köprü kurarak dünyayı anlamlandırdığını belirtir ve bu sürecin çocukluk hayallerinin devamlılığı üzerindeki etkisine dikkat çeker. Eğitim psikoloğu ve sosyal gelişim kuramcısı Lev Vygotsky, bu durumu sosyal bağlamın önemi üzerinden açıklar. Vygotsky’ye göre, çocuğun çevreden aldığı sosyal ve duygusal destek hayal kurma kapasitesini geliştirir. Çocukluk döneminde alınan bu destek, hayallerin gerçeklik ve destek bulma olasılığını artırır. Ancak bu destek eksik ya da yanlış olduğunda, hayaller zamanla yalnızca zihinsel arka planda kalmaya mahkûm olur. Psikiyatrist ve bireysel psikoloji kuramının kurucusu Alfred Adler de, Lev Vygotsky gibi bu süreci sosyal bağlamda değerlendirir. Çocukluk dönemindeki yetersizlik deneyimleri, yetişkinlikte hedeflenen pek çok şeyden vazgeçme eğilimine yol açar. Adler’e göre, yetersizlik duygusuna sebep olan durumları telafi edemeyen bireyler, ilerleyen yıllarda daha düşük hedefler belirleme ya da hiç hedef koymama eğiliminde olurlar.
Alan araştırmaları da bu kuramsal yaklaşımları destekler niteliktedir. Eğitim psikoloğu Jari-Erik Nurmi, 12–18 yaş aralığındaki 800 kişinin geleceğe yönelik hedeflerini incelediği bir çalışma gerçekleştirmiştir. Araştırmada, büyük ve uzun vadeli hedefler belirleyen gençlerin daha çok sosyal destek gören çocuklar olduğu; kısa vadeli ve düşük riskli hedefler belirleyen gençlerin ise yeterli sosyal destekten yoksun oldukları sonucuna ulaşılmıştır. Kariyer psikoloğu Andreas Hirschi ise, ergenlik döneminde hedeflerini net bir şekilde dile getiren bireylerin 10 yıl sonra da kariyer tatmininin ve yaşam doyumunun daha yüksek olduğunu ortaya koymuştur.
Tüm bu sonuçların ortak noktasına baktığımızda; hayallerin küçülmesi yalnızca zamanın geçmesiyle değil, bilişsel yükün, çevresel normların, zorlayıcı deneyimlerin ve kendilik bilincinin zayıflamasıyla ortaya çıkar. Sorun aslında büyümekte değil, büyürken kendimizden uzaklaşmamızdadır.
Büyüdükçe “vazgeçmeyi” ya isteyerek öğreniriz ya da istemeden bize öğretilir. Başlarda bu öğrenme, yaşamın doğal bir süreci gibi görünür. Özellikle karşılaştığımız zorluklar karşısında esneklik kazandığımızda, değişen koşullara uyum sağlamayı öğrenir ve bunu olgunlaşmanın bir parçası olarak görürüz. Bazen yüklerimizi hafifletmek, gereksiz çabalarımızı bırakmak ya da yeni başlangıçlara yer açmak için bir yol olarak vazgeçebiliriz. Ancak bu durum her zaman olumlu sonuçlar doğurmaz. Alışkanlık haline geldikçe, aslında ne kadar çok istediğimiz hayallerimizden de vazgeçmeye başladığımızı fark etmeyiz. Bu noktada vazgeçmek, olgunluğun bir parçası olmaktan çıkıp sessiz bir teslimiyetin parçası haline gelir. Umutlar tükendikçe, hayaller uzak ihtimallere dönüşür.
Zaman içinde vazgeçmenin gölgesinde yaşamaya alışan birey, bir gün çocukluk hayallerini hatırladığında derin bir hüzünle yüzleşebilir. “Ben aslında hep şu mesleği yapmak istiyordum.” ya da “Çocukken bu konuda çok yetenekliydim.” gibi ifadelerle dile getirdiği şey, yalnızca geçmişte kalmış bir arzu değil; aynı zamanda kaybedilen bir parçanın özlemidir. Bu hatırlayış anlarında, bireyin yüzünde buruk bir gülümseme belirse de gözlerinde saklı bir hüzün okunur. Çünkü hayallerin geride bırakılması, sadece yapılmayan bir seçim değil, insanın iç dünyasında sessizce yarım kalan bir yolculuğun da izidir.
Hayallerin küçülmesinde yalnızca bireysel psikolojik süreçler değil, aynı zamanda toplumsal ve kültürel faktörler de etkilidir. Toplumun değer yargıları, beklentileri, finansal yapısı ve başarı kavramının tanımı, bireyin hedeflerini şekillendirebilecek ya da sınırlandırabilecek düzeyde rol oynar. Çocukken saf bir merakla kurulan hayaller, büyüdükçe “mantıklı”, “garanti” ve “topluma uygun” seçeneklerin çevresinde daralmaya başlayabilir. Hayaller ile beklentiler arasında sıkışan birey ise sonunda hayallerini bir kenara bırakıp beklentileri karşılamaya yönelir.
Dolayısıyla, vazgeçmeyi öğrenme süreci her zaman olgunluğun göstergesi değildir; bazen bastırılmış isteklerin, zayıflamış öz-yeterlik duygusunun ve karşılanmamış psikolojik ihtiyaçların sessiz bir yansımasıdır. Çocuklukta kurulan hayallerin yıllar sonra hatırlandığında bıraktığı hüzün, bize aslında hangi yönlerimizi ihmal ettiğimizi hatırlatır. Bu nedenle hayallerden vazgeçmemenin yolu, hem içsel motivasyonu besleyen hem de çevresel destek sağlayan bir yaşam düzeni kurabilmekten geçer. Çünkü hayaller, yalnızca geleceğe dair beklentiler değil; aynı zamanda iç dünyamızla bağımızı koruyan köprülerdir..
Bu konu, uygulama deneyimlerimde karşılaştığım pek çok danışanın hikâyesinde derin izler bırakmış bir durumdur. Yıllardır süren terapötik çalışmalarda şunu gördüm ki; çocuklukta kurulan hayaller, yalnızca masum ve geçici istekler değil, kişinin kimliğinin ve benlik algısının temel yapısıdır. Hayallerin erken yaşta bastırılması ya da küçümsenmesi, yetişkinlikte motivasyon kaybına, amaçsızlık hissine ve öz-yeterlik inancında zayıflamaya yol açarak bireyi huzursuzluk duygusuyla tanıştırabilir. Deneyim ve gözlemlerim doğrultusunda, yıllar önce unutulduğu sanılan isteklerin küçük bir tetikleyiciyle yeniden yüzeye çıktığına defalarca tanık oldum.
Çocukken ressam olmayı çok istediğini; evdeki boş defterlerin kenarlarını, hatta bazen duvarları ve okul sıralarını sürekli karakalem çizimlerle doldurduğunu anlatan bir danışanımı hatırlıyorum. Bu kısmı aktarırken cümlelerine sevinçle başlamış, fakat sözlerini hüzünle sonlandırmıştı. Ailesinin, hayallerini desteklemek yerine onu “gerçekçi olmaya” iten sözlerini anımsadığında ise pişmanlığını da dile getirdi. Yıllar sonra, iş yerinde yaşadığı yoğun stres ve motivasyon kaybı nedeniyle geldiği görüşmelerde, kendisine yöneltilen sorular arasında yeteneklerinden söz etmesi üzerine bu hatıra yeniden gündeme geldi. Danışanın bu noktada, geç de olsa desteklenmesinin görüşmeleri olumlu etkileyeceğini düşündüğüm için, bir resim kursuna gitmesi konusunda cesaret verdim. Bir süre sonra elinde kendi için yaptığı ilk tablosuyla görüşmeye geldiğinde, bu küçük adımın hem duygusal iyileşmeyi hem de öz-değer algısını güçlendiren bir dönüm noktası olduğunu daha iyi anladım.
Çocukken büyük olan şeyler, büyüdüğümüzde küçülmek zorunda değildir. Ancak bunun gerçekleşebilmesi için bilinçli bir içsel çalışma gerekir. Çünkü çocuklukta saf ve içten gelen heyecanlar, zamanla sorumlulukların, beklentilerin ve toplumsal normların gölgesinde unutulabilir. Oysa insan zihni, unuttuğunu sandığı tutkuları bir gün yeniden hatırlatacak kadar güçlü bir hafızaya sahiptir. Freud’un da dediği gibi, “Bilinçsiz olan bilinçli hale gelmedikçe, kader olarak karşımıza çıkar.” İşte bu nedenle, bastırılmış arzular ve ötelenmiş hayaller, farklı biçimlerde karşımıza çıkabilir; kimi zaman bitmeyen huzursuzluk, kimi zaman da açıklanamayan bir boşluk duygusu olarak.
Yetişkinliğin sorumlulukları arasında kaybolan o eski tutkuları yeniden bulmak, yalnızca bireysel tatmin değil, aynı zamanda ruhsal bütünlüğün de anahtarıdır. Bir zamanlar heyecanla yapılan bir çizim, gönülden söylenen bir şarkı ya da tutkuyla kurulan bir hayalin izini sürmek; insana, yaşamın özündeki anlamı hatırlatır. Küçük adımlarla da olsa bu hayallere dönmek, kişinin yalnızca geçmişte bıraktıklarını onarmasına değil, geleceğe daha bütün bir benlikle ilerlemesini sağlar. Çünkü hayaller, zamanla küçülmek yerine, bilinçli bir şekilde sahip çıkıldığında insanın yaşamını büyütmeye devam eder.
“Başka bir hedef belirlemek veya yeni bir hayal kurmak için asla çok yaşlı değilsiniz.”
– C.S. Lewis
