Lavinya Dergisi
KAYIP VE YAS: YOKLUĞUN VARLIĞA ETKİSİ
Başak TOHUMCU
İnsanın iç dünyasını anlamak psikolojinin bilimsel misyonudur; o dünyayı ifade edilebilir kılmak ise yazının anlatı gücüdür.
İnsan hayatında bazı anlar var oluşun temel dengesini sarsabilir. Kayıp da bu temel dengenin sarsılmasına neden olan unsurlardan biridir. Kayıp, genellikle bir eşya ya da maddi olarak bir değerin yok olması olarak bilinmektedir. Eşya ya da maddi kayıplar tarafımızca yenileriyle doldurulabilir, onarılabilir, satın alınabilir ya da zamanla unutulabilir. Burada bahsedilen asıl kayıp, ister ölüm, ister kalıcı bir ayrılık, isterse iletişimin tamamen kopması şeklinde ortaya çıkan insan kaybıdır. Bu kayıplar bizde yenileri ile doldurulmayan, satın alınmayan ya da zamanla unutmayan bir boşluk bırakır. Bu boşlukta kaybedilen kişiyle birlikte, o kişiye dair hatıralar, paylaşılan anılar, geleceğe dair planlar ve içimizde ona ait yaşanmayı bekleyen duygular yer alır. Kaybın ardından yaşanması beklenen yas ise; kimliğimizin, inanç sistemimizin ve geleceğe dair beklentilerimizin yeniden şekillendiği, derin ve çoğu zaman sarsıcı bir süreç olarak karşımıza çıkar. İnsan deneyimini “sürekli akan bir bilinç” olarak tanımlayan Amerikalı psikolog ve filozof William James, yasın da yaşamın akışında keskin bir kırılma yarattığına vurgu yapar. Yaşam akış bozulur; zaman, kayıp anına saplanmış gibi akar.
Psikoloji tarihinde pek çok önemli isim, kayıp ve yasın birey üzerindeki etkilerini farklı kuramsal çerçevelerden ele almıştır. Deneysel psikolojinin kurucusu Wilhelm Wundt, duyguların insan davranışındaki rolünü incelerken, yoğun duygusal deneyimlerin, özellikle yas sürecinin bilişsel süreçleri nasıl değiştirdiği üzerinde durmuştur. Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud’un, 1917’de yayımladığı “Yas ve Melankoli” makalesinde, kaybedilen kişiye bağlı duygusal enerjinin yavaş yavaş geri çekilerek yeni nesnelere yönlendirilmesinin yasın sağlıklı şekilde tamamlanabilmesi için önemli olduğuna vurgu yapar. Freud’a göre; bu süreç tıkanırsa melankoliye yani patolojik bir çökkünlüğe dönüşebilir. Travmatik kayıpların yalnızca zihinsel bir deneyim olmadığını, aynı zamanda bedenin hafızasında iz bıraktığını belirten Modern travma araştırmalarının öncülerinden Bessel van der Kolk, travmatik bir kayıp sonrasında kas gerginlikleri, uyku bozuklukları, mide ve baş ağrıları gibi psikosomatik belirtiler, bilinçli olarak hatırlanmasa bile kaybın bedensel düzeyde yaşanmaya devam ettiğini, Psikiyatri Uzmanı John Bowlby, bağlanma kuramıyla, sevdiğimiz kişileri kaybetmenin çocuklukta kurduğumuz bağlanma ilişkilerinin niteliğiyle doğrudan bağlantılı olduğunu ortaya koymuştur.
Tüm bu çalışmaların ortak noktası şudur: İnsan kaybı, yaşamın en temel duygusal katmanlarına dokunan, hem psikolojik hem de biyolojik düzeyde iz bırakan bir yaşantıdır. Yas süreci, bu izlerin sadece kaybedilen kişiye değil, onunla birlikte kendi varoluşumuza ait bazı anlamlara da veda etmeyi zorunlu kıldığını hatırlatır.
Patolojik yas, kayıp sonrası yaşanan doğal yas sürecinin belirgin şekilde uzaması, yoğunlaşması veya işlevselliği bozacak düzeye gelmesi durumunu içerir. Normal yas süreci genellikle zamanla hafifler ve birey yeni yaşam koşullarına uyum sağlayabilirken, patolojik yas durumunda bu uyum zaman geçse de gerçekleşmez. Birey, kaybın üzerinden uzun bir süre geçmesine rağmen sanki kayıp yeni olmuş gibi yoğun acı, özlem, öfke ve işlev kaybı yaşayabilir. Bu durum, günlük yaşam aktivitelerini, sosyal ilişkileri ve mesleki performansı olumsuz şekilde etkiler. Amerikan Psikiyatri Birliği’nin DSM-5-TR’de tanımladığı “Uzamış Yas Bozukluğu” ölçütlerine göre, kaybın üzerinden en az 12 ay geçmiş olmasına rağmen yoğun özlem, duygusal uyuşma, kimlik duygusunda bozulma ve geleceğe yönelik umutsuzluk hâli devam ediyorsa, bu durum artık patolojik yas kapsamında değerlendirilir.
Travmatik yas ise, kaybın aniden, beklenmedik ve genellikle şiddet içeren bir şekilde gerçekleştiği durumlarda ortaya çıkmaktadır. Bu kapsamda ani kazalar, doğal afetler, intiharlar veya şiddet olayları travmatik yasın en yaygın tetikleyicileri arasında yer alır. Bu tür kayıplar, yalnızca yas tepkilerini değil, aynı zamanda Posttravmatik stres bozukluğu (PTSB) belirtilerini de beraberinde getirebilir. 2015 yılında Travma nörobiyolojisi alanında çalışan Prof. Dr. Ruth Lanius ve Prof. Dr. Paul Frewen’in travma ve öznel kendilik deneyimleri üzerine yaptığı çalışmalar, travmatik yas yaşayan bireylerin beyninde hem yas hem de travma ile ilişkili nörobiyolojik ağların (özellikle amigdala, prefrontal korteks ve hipokampus) aşırı uyarıldığını göstermektedir. Bu durum, yoğun anı etkileri, kaçınma davranışları, hiperarousal (aşırı uyarılmışlık) ve dissosiyatif belirtilerle kendini gösterebilir.
Araştırmalar, travmatik yasın sıklıkla Posttravmatik stres bozukluğu ile benzeyen bir semptom profiline sahip olduğunu ortaya koymaktadır. 2007 yılında Dr. M. Katherine Shear ve arkadaşları çalışmalarında, travmatik yas yaşayan bireylerin %48’inde Posttravmatik stres bozukluğu tanı ölçütlerini karşılayan düzeyde semptomlar bulunmuşlardır. Bu bulgular, travmatik yasın yalnızca duygusal değil, nörobiyolojik ve bilişsel düzeyde de derin bir etki yarattığını desteklemeyen durumdadır. Klinik gözlemler ise, travmatik yas yaşayan kişilerin kayıpla ilişkili anıları düzenleyemediğini, kaybın zihinde daha çok “tamamlanmamış” bir olay olarak kaldığını ve bu nedenle yas sürecinin sürekli yeniden tetiklendiğini ortaya koymaktadır.
Yas, kayıp sonrası duygusal, bilişsel, fiziksel ve davranışsal düzeyde kendini gösteren, çok katmanlı bir uyum sürecidir. Psikiyatrist Dr. Elisabeth Kübler-Ross’un 1969 yılında geliştirdiği beş aşama modeli (inkâr, öfke, pazarlık, depresyon ve kabul) bu süreci anlamak açısından en belirleyici açıklamalardan biridir. Fakat yeni araştırmalar, bu aşamaların herkes için aynı sırayla ve aynı yoğunlukta yaşanmadığını ortaya koymuştur. 2007 yılında psikiyatrist Dr. Paul K. Maciejewski ve ekibinin Yale Üniversitesi’nde yas yaşayan bireylerin bu aşamalar arasında ileri-geri geçişler yaptığı, bazılarının belirli aşamaları hiç deneyimlemediği gösteren sonuçlara ulaşmıştır. Bu durumda, ani ve travmatik kayıplarda inkâr aşamasının daha yoğun yaşanabildiğini; buna karşılık, beklenen ve uzun bir hastalık sürecinin ardından gelen kayıplarda kabullenme sürecinin daha erken başlayabileceğini söyleyebiliriz. Nitekim bazı kişiler kaybın hemen sonrasında derin bir kabullenme yaşarken, kimileri yıllar boyunca inkâr ve öfke döngüsünden çıkamayabilir. Tüm bu farklılıklar, yas sürecinin katı bir çizelgeden ziyade dalgalı ve son derece bireysel bir seyir izlediğini göstermektedir.
Yas sürecinde verilen tepkiler bireysel ve çok boyutludur. Bu tepkiler duygusal, bilişsel, fiziksel ve davranışsal düzeylerde ortaya çıkar. Duygusal tepkiler arasında üzüntü, öfke, suçluluk ve yalnızlık öne çıkar; bilişsel tepkiler ise yoğun düşünme, dikkat dağınıklığı ve inanç sorgulamaları şeklinde görülebilir. Fiziksel tepkiler, yorgunluk, uyku ve iştah düzensizlikleri, psikosomatik ağrılar gibi bedensel belirtilerle kendini gösterebilirken; davranışsal tepkiler sosyal geri çekilme, günlük rutinlerin bozulması ve alkol ya da madde kullanımında artış gibi davranışsal değişimleri içerir. Sonuç olarak, yas sürecinin hem aşamaları hem tepkileri, bireysel farklılıklar, kaybın bağlamı ve çevresel koşullar tarafından şekillenir. Bu nedenle klinik müdahalelerde, tek tip bir model yerine bireye özgü dinamiklerin dikkate alınması en sağlıklı yaklaşımdır.
Psikiyatrist Dr. John Bowlby ve gelişim psikoloğu Dr. Mary Ainsworth’un bağlanma kuramı, çocukların kayıpla baş etme biçimlerinin erken yaşta geliştirdikleri bağlanma stillerine göre farklılaştığını ortaya koymuştur. Özellikle güvenli bağlanma geliştiren çocukların, kayıp karşısında duygularını daha açık bir şekilde ifade edebildiklerini; güvensiz bağlanma örüntüsüne sahip olan çocukların ise, kayıpla baş etmede daha yoğun ve karmaşık tepkiler gösterebildiklerini savunurlar.
Çocukların ölüm algısı ise yaş dönemlerine göre farklılık gösterir: 2-5 yaş aralığındaki çocuklar ölümü genellikle geçici bir durum olarak algılar ve kaybedilen kişinin geri döneceğine inanabilir; 6-9 yaş aralığında ölümün geri dönülmezliğini anlamaya başlarlar, ancak hâlâ ölümün sadece bazı kişilere veya özel durumlarda gerçekleşebileceğini düşünebilirler; 10 yaş ve üzeri çocuklar ise ölümün evrensel ve kaçınılmaz bir gerçek olduğunu kavrarlar. Bu yaşa bağlı gelişimsel farklılık, yas sürecinde çocuğa sunulacak desteğin niteliğini ve kullanılacak dilin nasıl şekilleneceğini belirlemede önemli bir rol oynar.
Çocuklara ölüm kavramını aktarırken, yaşa bağlı gelişimsel düzeyi göz önünde bulundurmak önemlidir. Yanlış veya eksik açıklamalar, çocuğun kaybı yanlış yorumlamasına ve yoğun suçluluk duygusu geliştirmesine yol açabilir. Küçük çocuklar ifade edilmeyen durumlarda, anlam boşluklarını hayal gücüyle doldurur; bu nedenle “Ben kötü bir şey söylediğim için oldu” ya da “O gün onu üzdüm, bu yüzden gitti” gibi yanlış inançlar içerisinde girebilir. Özellikle erken yaşlarda bu suçluluk içerin cümleler sıklıkla görülür. Bu yanlış inançlar çocukta, yas sürecini ağırlaştırır ve uzun vadede travmatik izler bırakabilir.
Doğadan yararlanmak, ölüm kavramını güvenli ve somut bir yolla anlatmanın etkili yöntemlerinden biridir. Örneğin, yaşam süresi uzun olan bir bitki (zeytin fidanı) ile ömrü kısa olan bir bitkiyi (mevsimlik çiçek) aynı saksıya ekmek, çocuğun yaşam döngüsünü gözlemlemesini sağlar. Çocuk, zamanla birinin büyüyüp geliştiğini, diğerinin ise yapraklarını döküp toprağa karıştığını görerek yaşam ve ölümün doğal döngüsünü kavrar. 2019 yılında Eckerd College’da görev yapan Dr. Mary L. Spidell ve ekibi tarafından yapılan araştırmada, bitki ve hayvan yaşam döngülerinin sınıf etkinlikleri aracılığıyla gözlemlenmesinin, çocuklarda ölümün geri dönülmezliği ve evrenselliği konusundaki farkındalığı artırdığını ortaya koymuştur.
Kaçınılması Gereken İfadeler: Doğru Bilinen Yanlışlar
Bazı iyi niyetle kurulan bazı ifadeler, çocuğun yas sürecini olumsuz etkileyebilir: Ölen kişi ile ilgili;
Bazı iyi niyetle kurulan bazı ifadeler, çocuğun yas sürecini olumsuz etkileyebilir: Ölen kişi ile ilgili;
- “O uyuyor.” Şeklinde ifade edilen cümle, çocukta ölümün geçici bir uyku olduğu düşüncesini oluşturabilir, bu da uyku korkusuna yol açabilir.
- “Artık cennette mutlu.” Çocuğun “cennete gitme” fikrini idealize etmesine neden olabilir.
- “Üzülme, geçer.” Çocukta duygularının küçümsendiği hissini yaratır, duygularını bastırmasına neden olabilir. Kendini ifade etmedikçe duygularını bastırır ya da savunma mekanizmalarına başvurmasına neden olur.
- “O uzun bir yolculuğa çıktı.” Kaybedilen kişinin geri döneceği beklentisine yol açar. Dönmediğinde öfke duygusunun yoğun şekilde yaşanmasına sebebiyet verebilir.
- “Artık acı çekmiyor.” Ölümü “acıdan kurtulma yolu” olarak algılatabilir. Çocukta yoğun acı olduğunda, acıdan kurtulmak için intihar düşüncelerinin oluşmasına sebep olabilir.
- “Sen güçlü bir çocuksun, ağlama.” Duygusal ifade özgürlüğünü sınırlar, yasın doğal akışını bozabilir.
Doğru Yaklaşımlar ve Destekleyici Uygulamalar
Kayıp yaşayan çocuklara yaklaşımda şu ilkeler önemlidir:
- Gerçeği saklamadan fakat yaşa bağlı gelişim düzeyine uygun bir dil kullanmak, güven ilişkisini korur ve yanlış anlamaları önler. Çocuğun doğru zamanda gerçeği bilmesi yas sürecini zamanında yaşamasına yardımcı olur.
- Duygularını ifade edebileceği güvenli alanlar yaratmak, yas sürecinin iyileştirici unsurudur.
- Rutinleri korumak, kayıp sonrası bozulan yaşam dengesini yeniden kurar.Özellikle okul çağındaki çocukların okula devamlılığını sağlamak süreci olumlu etkiler.
- Fiziksel temas ve sembolik vedalaşma imkânı sağlamak (Örneğin, kaybedilen kişiye mektup yazmak veya özel bir eşyasını saklamak gibi) kaybın içselleştirilmesine yardımcı olur. Araştırmalar, bu tür desteklerin çocukların yas sürecini sağlıklı tamamlamasını kolaylaştırdığını ve uzun vadede duygusal dayanıklılığa katkı sağladığını göstermektedir.
Bu konu, uygulama deneyimlerimde karşılaştığım pek çok terapötik süreçte derin bir şekilde kendini göstermiştir. Çocuk ya da yetişkin fark etmeksizin, işlenmemiş yasın bireyin zihinsel, duygusal ve bedensel sağlığını yıllar boyunca etkileyebildiğine defalarca tanık oldum. Kayıp, yalnızca bir kişinin hayatından çıkması değil, o kişiyle kurulan tüm bağların, rutinlerin ve duygusal güven alanlarının da sarsılması anlamına gelir. Terapi odasında, çoğu zaman kaybın üzerinden yıllar geçmiş olsa bile, bireyin zihninde o anın hâlâ “tamamlanmamış” şekilde durduğunu ve yaşamının farklı alanlarında yeniden tetiklendiğini gözlemledim.
Danışanlarımdan biri, 8 yaşındayken babasını kaybetmişti. Aradan uzun yıllar geçmesine rağmen, yetişkinliğinde bile babasının mezarına gitmeyi reddediyordu. Bunun nedeni, o gün yaşanan vedanın onun için tamamlanmamış olmasıydı. Çocuk yaşta yaşanan bu yarım kalmış vedalaşma, yetişkinlikte hâlâ ağır bir duygusal yük olarak taşınıyor; zaman zaman yoğun öfkeye, zaman zaman da suçluluk hislerine dönüşüyordu. Bu örnek, çocukluk döneminde sağlanamayan sembolik bir vedanın, yas sürecini nasıl yıllar boyunca etkileyebileceğini ve kişinin duygusal dünyasında derin izler bırakabileceğini oldukça açık biçimde gösteriyor.
Buna ek olarak, toplumsal düzeyde yaşanan kayıplar da benzer şekilde derin izler bırakabilmektedir. 12. sınıf öğrencilerinden oluşan bir grup, sınıf arkadaşlarının ani bir motor kazasında hayatını kaybettiğini öğrendiğinde, bu durum yalnızca bireysel düzeyde değil, aynı zamanda tüm grup içinde toplu bir yas sürecinin başlamasına neden olmuştu. Bu tür kayıplar, gençler arasında ilk kez ölümü somut ve geri dönülmez bir gerçeklik olarak deneyimlemelerine neden olur. Süreçte, okul ortamında bir anda hissedilen boşluk, öğrencilerin ortak hafızasında derin bir iz bırakır. Bu olayın ardından, öğrencilerin duygusal tepkilerini sağlıklı bir şekilde ifade edebilmeleri ve birbirlerine destek olabilmeleri amacıyla psikososyal destek programı başlatıldı. Grup çalışmaları, bireysel görüşmeler ve anma etkinlikleriyle, hem kaybın duygusal etkileri ele alındı hem de öğrencilerin birlikte yas tutmalarına imkân sağlandı. Grup paylaşımlarında, öğrencilerin kaybı farklı şekillerde deneyimlediği gözlemlendi; kimi arkadaşının son anlarını hatırladıkça yoğun suçluluk hissettiğini, kimi ise onu kaybettiğini kabullenmekte zorlandığını ifade etti. Bu süreç, toplumsal ve kolektif yasın iyileşme üzerinde önemli bir rol oynadığını bir kez daha ortaya koydu. Ortak anma ritüelleri, grup dayanışması ve duyguların paylaşılması, bireysel yas tepkilerini yumuşattı ve öğrencilerin yaşamlarına yeniden anlam katma sürecini kolaylaştırdı. Toplumsal bağlamda sağlanan bu tür destekler, yalnızca kaybın etkilerini hafifletmekle kalmaz; aynı zamanda gelecekte benzer durumlarla baş etme becerisini de güçlendirir.
Kayıp, yaşamın kaçınılmaz bir gerçeğidir; yas ise bu kaybın ardından içsel dünyamızda başlayan, kimi zaman sessiz ama derinden ilerleyen yeniden yapılanma sürecidir. Her bireyin yas yolculuğu kendine özgüdür; bazen dalgalı, bazen durgun, bazen de geriye dönüşlerle dolu olabilir. Ancak ortak olan bir gerçek vardır: Bu sürecin sağlıklı ilerlemesi, acının paylaşılması, yaşananların anlamlandırılması ve vedalaşmanın tamamlanmasıyla mümkündür.
Sonuç olarak, kayıp karşısında atılacak en insani adım, susmamak, yüzleşmek ve vedalaşmaktır. Çünkü vedalaşmak, gidenin yokluğunu kabul etmek değil, onun hayatımızdaki varlığını anlamlı bir yere yerleştirmektir.
“Yas, çözülmesi gereken bir hastalık değil; yerine getirilmesi gereken bir görevdir.”
-William Worden
