Lavinya Dergisi

ŞEHRİN KALABALIĞINDA KENDİNİ KAYBETMEK: MODERN YALNIZLIĞIN PSİKOLOJİSİ
Başak TOHUMCU

İnsanın iç dünyasını anlamak psikolojinin bilimsel misyonudur; o dünyayı ifade edilebilir kılmak ise yazının anlatı gücüdür.

   Yalnızlık, sadece bir yerde tek başına bulunma hâlinden ibaret değildir; çoğunlukla çok daha derinde, insanın sosyal bağlarında arzu ettiği derinlik, samimiyet ve anlamı bulamamasıyla ilgilidir. Bu nedenle yalnızlık için, fiziksel bir durumdan ziyade duygusal bir deneyimdir diyebiliriz. 

   2010 yılında Prof. Dr. Louise C. Hawkley ve Prof. Dr. John T. Cacioppo’nun kapsamlı incelemeleri, yalnızlığın üç temel boyutunu ortaya koyar: bilişsel boyut, kişinin ilişkilerini yetersiz veya tatmin edici olmayan şekilde algılaması; duygusal boyut, aidiyet ve değer görme ihtiyacının karşılanmamasıyla ortaya çıkan eksiklik hissi; davranışsal boyut ise sosyal geri çekilme, iletişimden kaçınma veya aşırı sosyal arayış gibi tepkileri kapsar. Doç. Dr. Dan P. Taylor ve ekibinin yürüttüğü  meta-analiz ise yalnızlık ve sosyal izolasyonun metabolik sendromdan demansa, depresyondan anksiyeteye kadar uzanan ciddi sağlık sorunlarıyla güçlü bir şekilde ilişkili olduğunu gösterir.  Bu ve bunlar dışında diğer araştırmalara baktığımızda, yalnızlığın sadece ruhsal değil, bedensel sağlığı da etkilediğini; kronik yalnızlığın bağışıklık sistemi üzerinde baskılayıcı, stres hormonlarını artırıcı ve kardiyovasküler hastalık riskini yükseltici etkiler yarattığını da görebiliriz.

   Öte yandan yalnızlığın kökenleri yalnızca bireysel özelliklere değil, kültürel ve çevresel faktörlere de uzandığını söyleyebiliriz. Şehirleşmenin getirdiği mecburi hızlı yaşam temposu, yüzeyselleşen ilişkiler, sosyal medya aracılığıyla kurulan yapay ve kırılgan bağlar ve aile yapısındaki değişimler, modern yalnızlığın zeminini hazırlayan başlıca unsurlardır. Dünya Sağlık Örgütü (WHO)’nün 2023 raporunda yalnızlık, küresel ölçekte bir halk sağlığı sorunu olarak tanımlanmış boyuttadır. Uzun süreli yalnızlığın bilişsel işlevlerde bozulma, uyku düzensizlikleri, bağışıklık direncinde azalma ve yaşam süresinde kısalma ile ilişkili olduğuna dikkat çekilmiştir.

   Bu perspektiften bakıldığında, yalnızlık kavramı salt “sosyal bağ eksikliği” ile sınırlı değildir; bireyin kendini anlamlı, değerli ve ilişkiler içinde görünür hissetme kapasitesini de içine alan çok katmanlı bir olgudur. Dolayısıyla yalnızlığın fark edilmesi, sadece bireysel psikoloji açısından değil, toplumsal sağlık ve kültürel bağlam açısından da büyük bir öneme sahiptir.

   Modern yalnızlık, özellikle 2010’lu yıllardan itibaren hızlanan bireyselleşme, teknolojik açıdan dönüşüm, kentsel yaşamın yoğunluğu ve yorgunluğu ve ekonomik belirsizlikler gibi küresel eğilimlerin bir araya gelmesiyle daha görünür ve daha derin bir sorun hâline gelmiştir. Artık yalnızlık kavramı, sadece bireysel bir ruh hâli değil, Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve birçok sosyal bilimci tarafından “küresel bir halk sağlığı krizi” olarak tanımlanacak düzeye ulaşmıştır.

   Bu durumun, tıp ve psikoloji literatüründe “yalnızlık epidemisi” olarak adlandırılması tam yerindedir diyebiliriz. Modern yalnızlıkla ilgili çarpıcı bir veri Prof. Dr. Dilip V. Jeste ve ekibinin Kaliforniya’da yürüttüğü geniş kapsamlı çalışmadan gelmektedir. Journal of Psychiatric Research’te yayımlanan bu araştırmada, 21–100 yaş aralığındaki yetişkinlerin %76’sının ciddi düzeyde yalnızlık yaşadığı saptanmıştır. Çalışma, yalnızlığın yalnızca yaşlı nüfusun değil, genç yetişkinlerden orta yaş grubuna kadar tüm yaş kuşaklarının ortak bir sorunu hâline geldiğini göstermektedir. Jeste, bu durumu “görünmez ama derin bir salgın” olarak tanımlamakta ve sosyal bağların zayıflamasının, fiziksel sağlık ve yaşam süresi üzerinde sigara, obezite ve hipertansiyon kadar güçlü bir risk faktörü oluşturduğunu ifade etmektedir. Özellikle dijital teknoloji ve sosyal medya çağında, insanlar birbirlerine hızlı ulaşmaktan kaynaklı daha “bağlı” görünseler de, bu bağlantılar yüzeysel bir nitelik taşımaktadır. Prof. Sherry Turkle (MIT), bu durumu “alone together” (birlikte yalnız) kavramıyla açıklar; dijital etkileşimlerin yüz yüze ilişkilerin yerini tutamayacağını, hatta duygusal yakınlığı zayıflattığının yüksek düzeyde olduğunun üzerinde durur.

   Son yıllarda sosyoloji literatürüne giren “friendship recession” (arkadaşlık gerilemesi) kavramı da modern yalnızlığın toplumsal kökenlerinin varlığını gösterir. ABD merkezli araştırma kurumlarının raporları, insanların yakın arkadaş sayısının son otuz yılda belirgin şekilde azaldığını; bu azalmanın, sosyal destek ağlarını zayıflatarak yalnızlık riskini artırdığını göstermektedir. Dr. Daniel A. Cox, bu sürecin özellikle genç yetişkinlerde, duygusal destek eksikliği ve güven ilişkilerinin azalmasıyla sonuçlandığını ortaya koymuştur.
Modern yalnızlık, sadece fiziksel olarak tek başına kalmakla ilgili değildir; metropollerde kalabalığın içinde görünmezleşmek, yüzeysel sohbetlerle yetinmek, aidiyet hissini kaybetmek gibi derin psikososyal süreçlerin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda, günümüzde yalnızlık, bireylerin sadece özel yaşamlarını değil; iş hayatlarını, toplumsal katılımlarını ve ruhsal dengelerini etkileyen çok boyutlu bir olgu hâline gelmiştir.

   Yalnızlık deneyiminin ruhsal etkilerini anlamada, bireyin bu durumu seçip seçmediği kritik bir belirleyicidir diyebiliriz. Yalnızlık her zaman olumsuz bir deneyim değildir; bazı durumlarda birey için yenilenme, içsel denge ve yaratıcılık kaynağı olabilir. Ancak bu durumun ruhsal etkilerini belirleyen en kritik unsur, bireyin yalnızlığı tercih edip etmediği ve bu deneyime yüklediği anlamdır. Araştırmalar, gönüllü (tercih edilmiş) yalnızlık ile zorunlu (mecburi) yalnızlık arasındaki psikolojik farkın, hem duygusal hem de fizyolojik sonuçlar açısından oldukça belirgin olduğunu göstermektedir. Doç. Dr. Karolina Adamczyk’in (University of Social Sciences and Humanities, Polonya) SpringerLink’te yayımlanan çalışmasına göre, yalnızlığı istemeden yaşayan bireyler, depresyon, kaygı bozuklukları, sosyal işlevsellikte bozulma ve psikosomatik belirtiler açısından, yalnızlığı isteyerek yaşayan bireylere kıyasla çok daha olumsuz sonuçlar göstermektedir. Bu bulgu, yalnızlığın öznel kontrol duygusu ile doğrudan ilişkili olduğunu ve bireyin bu durum üzerinde söz hakkına sahip olmasının, psikolojik esneklik ve iyi oluş düzeyini belirgin şekilde artırdığını ortaya koymaktadır. 

   Prof. Dr. Irvin D. Yalom tarafından sıklıkla tanımlanan varoluşsal yalnızlık, bireyin deneyimlerinin bütünüyle başkaları tarafından anlaşılamayacağı, dolayısıyla yaşamın nihai anlam arayışının kişisel bir yolculuk olduğu hissidir. Bu yalnızlık türü, sadece sosyal bağ eksikliğiyle değil, aynı zamanda varoluşun özündeki ayrılıkla ilgilidir. Yalom’a göre, bu farkındalık hem kişiyi güçlendirebilir hem de derin bir izolasyon duygusu yaratabilir. Dr. James Bugental gibi hümanist- varoluşçu terapistler de bu yalnızlık biçiminin, bireyin kendi kimliğini inşa etmesinde dönüştürücü olabileceğini savunur.

   Klinik gözlemler de bu akademik bulguları doğrular niteliktedir. Büyük şehirlerde, kalabalığın ortasında yaşanan “sosyal görünmezlik” durumu, bireyleri mecburi yalnızlığa iter. “Kapı komşusunun bile tanınmadığı” apartman yaşamları, yüz yüze iletişimin azaldığı ofis ortamları ve neredeyse çoğunluğu çevrim içi yürütülen sosyal etkileşimler, bireyin seçmediği bir yalnızlık biçimine maruz kalmasına yol açar. Bu tip yalnızlık, kişinin sosyal destek ağını zayıflatmakla kalmaz, aynı zamanda aidiyet duygusunu da aşındırır. Öte yandan, gönüllü yalnızlık yani kişinin kendine vakit ayırmak, içsel düşüncelere yönelmek veya yaratıcılığını geliştirmek amacıyla bilinçli olarak yalnız kalmayı seçmesi gibi durumlar ruhsal dengeyi korumada önemli bir araç olabilir.

   Sonuç olarak, yalnızlık deneyiminin niteliğini belirleyen en önemli etkenlerden biri, bireyin bu durumu tercih edip etmemesidir. Tercih edilmiş yalnızlık, psikolojik esnekliği güçlendirebilirken; mecburi yalnızlık, özellikle şehir yaşamında, sosyal izolasyonun ve ruhsal kırılganlığın en güçlü habercilerinden biri hâline gelmektedir.

   Konuya ilişkin uygulamalı deneyimlerim ve gözlemlerim, yürüttüğüm pek çok terapötik süreçte modern yalnızlığın yalnızca bireysel bir ruh hâli olmadığını; aynı zamanda toplumsal dokunun yapısal dönüşümlerinin de bu durumu beslediğini açıkça göstermektedir. Örneğin, metropolde yaşayan genç yetişkin bir danışanım, her gün onlarca insanın arasından geçtiğini, iş yerinde kalabalık bir ofiste çalıştığını ve akşamları toplu taşımada adım atacak yer bulamadığını söylüyordu. Ancak bütün bu yoğun insan akışı içinde, kendisine gerçekten temas eden, duygusal bir bağ kuran kimsenin olmadığını hissettiğini ifade ediyordu. “İnsan denizinde gözden kayboluyorum,” diyordu, “yüzeysel sohbetler, yarım kalmış cümleler, kimsenin gerçekten dinlemediği bir ortam…” Bu anlatı, kalabalığın ortasında yaşanan görünmezliğin, yalnızlığı nasıl daha da derinleştirdiğinin bir örneğidir. Özellikle iş yerlerinde oluşan yanlışlaşmanın yoğun bir şekilde yaşandığını ve kişilerin iş performanslarını etkilediğini ifade etmek yanlış olmaz. Çünkü birey, fiziksel kalabalığın içinde duygusal olarak giderek daha fazla izole oldukça, yaptığı işe dair motivasyonu azalır, üretkenlik düşer, ilişkisel hassasiyet artar ve en önemlisi, bir yere ait olma duygusu ciddi biçimde zedelenir. Bu durum zamanla yalnızca duygusal değil, bilişsel süreçleri de etkileyerek dikkat dağınıklığına, tükenmişlik belirtilerine ve anlam arayışının derinleşmesine yol açabilir. Modern çalışma dünyasının hızlı temposu, rekabetçi yapısı ve yüzeysel iletişim biçimleri, bireyin kendilik algısını bile sarsarak, “Bu kalabalığın içinde ben kiminle gerçekten bağ kuruyorum?” sorusunu daha sık sormasına neden olur. Bu nedenle, metropol yaşamında yalnızlık çoğu zaman fiziksel bir uzaklıktan değil, duygusal temasın inceldiği ve anlamlı iletişimin giderek azaldığı bir ortamdan beslenmektedir.

   Toplumsal ölçekte de benzer bir tablo söz konusu. Şehirleşmenin hızlanması, iş temposunun yoğunluğu, güvenli kamusal alanların azalması ve dijital iletişimin yüzeyselliği, derin sosyal bağları erozyona uğratıyor. Kapı komşusunu tanımayan apartman kültürü, toplu taşımada göz temasından kaçınan insanlar, aynı apartmanda yıllarca yan yana yaşayıp birbirinin adını bilmeyen bireyler… Bunların tümü, modern yalnızlığın sadece bireysel bir tercih olmadığını, aksine sosyo-kültürel koşulların şekillendirdiği bir gerçeklik olduğunu gösteriyor.

   Sonuç olarak, hem bireysel klinik deneyimlerim hem de gözlemlerim, modern yalnızlığın iki temel boyutunu öne çıkarıyor: Birincisi, bireyin duygusal bağ arayışına rağmen içinde bulunduğu ortamın bu bağı kurmaya elverişli olmaması; ikincisi ise toplumsal yapıdaki dönüşümlerin, yalnızlığı adeta normalleştiren bir zemin yaratmasıdır. Bu nedenle modern yalnızlık, yalnızca psikolojik bir durum değil, aynı zamanda sosyal politikalar, kent planlaması ve toplumsal kültür açısından da ele alınması gereken çok boyutlu bir olgudur.

“Hayatın temel gerçeği, en derin deneyimlerimizi tek başımıza yaşamamızdır; ancak bu yalnızlığı paylaşma çabası, insan olmanın özüdür.”
Prof. Dr. Irvin D. Yalom