Lavinya Dergisi
ONSUZ YAPAMAMAK DEĞİL, KENDİNLE KALAMAMAK: BAĞIMLI İLİŞKİLER ÜZERİNE
İnsanın iç dünyasını anlamak psikolojinin bilimsel misyonudur; o dünyayı ifade edilebilir kılmak ise yazının anlatı gücüdür.
Klinik pratiğimde romantik ilişkiler üzerine çalışırken en sık gözlemlediğim yanılgılardan biri, yakınlığın bağımlılık; bağlılığın ise kendinden vazgeçmek gibi algılanmasıdır. Pek çok danışan, ilişkiyi sürdürebilmek için kendi sınırlarını geri çekmesi, duygusal ihtiyaçlarını ertelemesi ve duygusal düzenleme sorumluluğunu partnerin omuzlarına bırakması gerektiğine inanmakta ve ilişkiyi bu anlayışla sürdürmektedir. Bu noktada sıklıkla duyduğumuz “Onsuz yapamam.” söylemi, çoğu zaman kişinin “Kendimle kalamıyorum.” gerçeğini örten bir savunma işlevi görür.
Oysa bağlılık, karşılıklı güven üzerine kuruludur ve kişinin yakınlık kurarken benliğini koruyabildiği bir ruhsal kapasiteyi ifade eder. Bağlı birey, sevildiğini ve görüldüğünü hissederken aynı zamanda kendi duygularını düzenleyebilme, karar alabilme ve yalnız kalabilme becerisini sürdürebilir. Bağımlılık ise öz-değeri, yatışmayı ve karar alma gücünü neredeyse bütünüyle dış figürden sağlamaya dayanır. Kişi kendi içsel düzenleyicilerini devre dışı bıraktıkça, ayrılık tetiklerinde panik, yoğun kontrol ve onay arayışı belirginleşir.
Bu ayrımı anlamlandırmanın güçlü bir kuramsal zemini vardır. Bağlanma kuramı, nesne ilişkileri ve ayrışma yazını; yakınlık–özerklik dengesinin erken dönemden itibaren nasıl oluştuğunu ve yetişkinlikte romantik ilişkilerde nasıl sürdüğünü açıkça göstermektedir. Güvenli bağlılık, özünde “yakınlık içinde ben olabilme” kapasitesidir; kişi bir yandan bağ kurarken diğer yandan kendilik sınırlarını koruyabilir. Bağımlı ilişki örüntülerinde ise ben–öteki sınırları çoğunlukla incelir, kişi içsel sakinleştiricisini dışarıya devreder ve ilişki, birlikte büyümekten ziyade kaygıyı bastırmanın bir yolu hâline gelir.
Klinik açıdan kritik nokta şudur: Bir ilişkinin yoğunluğu, mesaj sıklığı, fiziksel birliktelik miktarı ya da “ne kadar özlendiği” tek başına belirleyici değildir. Asıl belirleyici olan, ayrılık anlarında ve belirsizliklerde benliğin nasıl ayakta kaldığıdır. Bağlılıkta ayrılık geçici bir mesafe olarak yaşanırken, bağımlılıkta ayrılık varoluşsal bir tehdit gibi hissedilir. Bu nedenle “Onsuz yapamam.” ifadesi çoğu zaman “Kendi duygularımı tek başıma taşıyamıyorum.” gerçeğinin ilişkisel bir yansıması olarak değerlendirilmelidir.
Dr. John Bowlby’nin bağlanma kuramı ve Dr. Mary Ainsworth’un gözlemsel çalışmaları, erken bakım deneyimlerinin “ben” ve “öteki” hakkında içsel çalışma modelleri oluşturduğunu; bu modellerin yetişkinlik döneminde yakınlık, güven ve duygu düzenleme biçimlerini şekillendirdiğini göstermektedir. Bebek için bakım verenin varlığı, yalnızca fizyolojik ihtiyaçların değil, duygusal güvenliğin de temel kaynağıdır. Bakım veren figür çoğunlukla ulaşılabilir, öngörülebilir ve yatıştırıcı olduğunda çocuk, “Ben sevilebilir biriyim; başkalarına güvenebilirim.” şeklinde bir içsel şema geliştirir. Tersine, bakım tutarsız, reddedici ya da aşırı müdahaleci olduğunda ise “Yakınlık tehlikelidir; terk edilebilirim ya da yalnız bırakılabilirim.” temalı şemalar öne çıkar. Terapide bu erken dönem şemalarının yansımaları sıkça şu ifadelerde görünür: “Yakınlaşırsam terk edilirim.”, “Uzak kalırsam kaybederim.”, “Tek başıma karar verirsem hata yaparım.” Bu bilişsel-duygusal şablonlar, erişkin romantik ilişkilerde yakınlık beklentisini, ayrılık toleransını ve güven düzeyini belirleyen temel bir çerçeve oluşturur.
Bu kuramsal çerçeve Winnicott’un “yalnız kalabilme kapasitesi” kavramıyla birleştiğinde daha da netleşir. Winnicott’a göre yalnız kalabilmek, dünyadan kopmak değil; sevildiğini ve zihinde tutulduğunu bilerek kendinle kalabilme becerisidir. Mahler’in ayrılma–bireyleşme kuramı bu noktada kritik bir gelişimsel halka sunar: Çocuk önce bakım verene yapışık bir “birlik” hâli yaşar, ardından yavaş yavaş ayrışır, keşfe çıkar, dönüp tekrar güvenli üsse gelir ve sonunda hem bağını hem ayrı bir benlik duygusunu taşıyabileceği daha kalıcı bir içsel dengeye ulaşır. Bu süreç sağlıklı ilerlediğinde kişi hem bağlı kalabilme hem de ayrı bir birey olabilme kapasitesi kazanır. Bowen’ın ayrışma yaklaşımı ise erişkin dönemde bu kapasitenin nasıl sürdüğünü açıklar: Benliğin sınırlarını koruyarak yakınlık kurabilmek ve duygusal füzyona kapılmadan ilişkide kalabilmek bağlılığın temelini oluşturur. Bu gelişimsel halka ile ayrışma kapasitesinde yaşanan tıkanmalar ise bağımlılık için zemin hazırlar; ben–öteki sınırları incelir, kişi duygusal yatıştırmayı dışarıya devreder ve ilişki, karşılıklı büyümeden çok kaygının yönetildiği bir yapıya dönüşür.
Prof. Dr. Mario Mikulincer ve Prof. Dr. Phillip R. Shaver’ın çalışmaları, bu erken gelişimsel dinamiklerin yetişkin ilişkilerinde nasıl sürdüğünü ayrıntılı biçimde ortaya koymaktadır. Araştırmaları, bağlanma kaygısı ve kaçınmasının duygu düzenleme, çatışma çözme ve ilişki doyumu üzerinde belirleyici olduğunu göstermektedir. Güvenli bağlanmada kişi hem yakınlık kurabilir hem de benliğini koruyabilir; yani “yakınlık içinde ben olabilme” kapasitesine sahiptir. Güvensiz bağlanmada ise kişi ya yakınlığa fazlaca tutunur ya da yakınlıktan uzak durmaya çalışır. Bağımlı ilişkilerde çoğunlukla ilk eğilim görülür: kişi terk edilme ihtimaline tahammül edemediği için sürekli teyit, onay ve temas arar; bu durum da kendi duygularını düzenleme kapasitesini giderek zayıflatır.
Bu nedenle klinik formülasyonda yalnızca “Hangi belirtiler var?” sorusu değil, “Danışan yakınlık–özerklik dengesini nasıl kuruyor?” sorusu da merkezi önemdedir. Kıskançlık, aşırı onay arayışı, ayrılık paniği ve ilişki obsesyonları gibi semptomlar, bağlanma ve ayrışma eksenlerinden değerlendirilmediğinde yalnızca yüzeysel düzeyde ele alınmış olur.
Bağımlı ilişki dinamikleri klinikte çoğu zaman davranış düzeyinde görünür hâle gelir. Bunlardan ilki, aşırı onay arayışı (Excessive Reassurance Seeking – ERS) örüntüsüdür. Kişi kaygılandığında partnerden tekrar tekrar “İyi misin?”, “Benden memnun musun?”, “Yanlış bir şey söylemedim değil mi?” türü teyitler ister; mesajların okunma zamanını takip eder, konum bilgisi talep eder ya da “bir kez daha söyle” diyerek onayı ritüelleştirir. Shaver ve çalışma arkadaşlarının bulguları, ERS’nin bağlanma kaygısıyla ilişkili olduğunu ve kısa vadede kaygıyı azaltsa da uzun vadede depresif duygulanımı ve ilişki doyumsuzluğunu artırdığını göstermektedir. Yani kişi ne kadar çok onay ararsa, bir sonraki gün o kadar kötü hissedebilmekte; böylece döngü kendi kendini beslemektedir.
Bazı durumlarda ise bağımlı dinamikler zamanla ilişki odaklı obsesif-kompulsif belirtilere evrilebilir. Kişi, partnerinin ya da ilişkinin “yeterince doğru” olup olmadığına dair bitmeyen sorgulamalara sürüklenir; geçmiş mesajları tekrar tekrar okur, partnerini başkalarıyla kıyaslar ve “Emin misin?” sorusunu defalarca yineler. Burada da kısa vadeli rahatlama vaadiyle sürdürülen güvence ve kontrol döngüsü, uzun vadede bağımlılığın çerçevesini sertleştirir.
Bağımlı ilişki örgüsünün önemli bileşenlerinden biri de erişkin ayrılma kaygısıdır. DSM-5 ile ayrılma kaygısı bozukluğunun yalnızca çocukluk çağına özgü olmadığı, erişkin başlangıçlı olguların da yaygın olduğu açık biçimde tanımlanmıştır. Erişkin ayrılma kaygısında kişi, partnerinden, ebeveyninden ya da güven figüründen ayrı kalma olasılığını yoğun bir tehdit olarak algılar. Bu durum yalnızca fiziksel ayrılığı değil, duygusal mesafe ihtimalini de kapsar. Ayrılık tetiklerinde bedensel uyarılma, yoğun felaketleştirme düşünceleri ve ayrılığı önlemeye yönelik güvenlik davranışları öne çıkar.
Bu davranışları besleyen çekirdek inançlar çoğu zaman benzerdir: “Yalnız baş edemem.”, “O olmadan güvende değilim.”, “Terk edilirsem mahvolurum.”, “İlişki biterse ben de yok olurum.” Klinik formülasyonda bu inançları görünür kılmak, davranışsal deneylerle ayrılık toleransını basamaklandırarak artırmak ve güvenlik davranışlarını kademeli olarak söndürmek bağımlı döngüyü kırmada temel adımlardır.
Bağımlı ilişki, çoğu zaman romantize edilenin aksine “aşırı sevgi” değil; içsel yalnızlık intoleransı ve öz-düzenleme eksikliğinin ilişkisel düzeydeki ifadesidir. Kişi “onsuz” yapamadığı için değil, “kendisiyle” kalamadığı için bağımlı hâle gelir. Yakınlığın sürdürülebilir biçimi ise bağlılıktır: duygusal erişilebilirlik, yanıt verebilirlik ve özerkliğin aynı anda var olabildiği ilişki hâli.
Bağlanma temelli anlayış, ayrışma çalışması ve ölçülebilir hedeflerle planlanan müdahalelerle, yakınlık ile özgürlük arasındaki sahte çatışmayı çözmek mümkündür. Yakınlık, özgürlüğün düşmanı olmak zorunda değildir; aksine sağlıklı bağlılıkta özgürlük, güvenli bir temele dayanır.
Yalnız kalabilme kapasitesi, kişinin gerçekten ilişki kurabilmesinin ön koşuludur.
-Donald W. Winnicott
